Bağımsızlığın kazanılmasının ardından, Mustafa Kemal’in önderliğinde yepyeni bir sayfa açılmıştır. Bu sayfada milletin iradesine dayanan, modern ve müreffeh bir devlet inşa edilecekti. Güçlükler yok değildi. Eski düzenin savunucuları, yeniyi kabullenmemek için direnmiştir. Fakat Mustafa Kemal’in inancı ve kararlılığı tamdı. Kendisi, milletinin gizil gücüne inanmaktaydı ve ulusunu aydınlık bir geleceğe taşımaya hazırdı. Mustafa Kemal’in vizyonu, sadece siyasi ve yasal reformlarla sınırlı değildi. Türk milletine yüce zihniyetini yeniden hatırlatmak istiyordu. Bu amaçla, eğitimde ve kültürde önemli adımlar atılmıştır. Yeni nesil; laik, bilimsel ve milli değerlere sahip bireyler olarak yetiştirilecekti. “Yeni Vatan, Yeni Sosyete, Yeni Devlet; Mustafa Kemal’in Yolu” adlı yazımızda; cumhuriyetin ilanının heyecanını, eğitimde ve hukukta yapılan köklü reformları ele alıyoruz. Modernleşmenin getirdiği değişimleri ve bu değişimlere karşı çıkanların sonunu da gözler önüne seriyoruz. Bu yazı, sadece bir tarih anlatısı değildir. Bir milletin yeniden doğuşunun, inanç ve kararlılıkla aklına koyduğu her şeyi başarabileceğinin öyküsüdür.
Konuyla ilgili daha derinlemesine bir okuma mı yapmak istiyorsunuz? O halde “Bağımsızlığın Şafağı; Mustafa Kemal’in Yolu” başlıklı yazımıza göz atabilirsiniz. Bağımsızlığın Şafağı’nda Milli Mücadele’nin Batı Cephesi’nden Cumhuriyet’in ilanından bir gün öncesine kadarki süreci ele alıyoruz. Daha fazla benzer içerik için Tarih kategorimizi de inceleyebilirsiniz.
29 Ekim 1923: Yeni Vatan Cumhuriyetle Taçlanıyor
Yeni vatan, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanıyla taçlandırmıştır. Bu tarih, Türkiye’nin tarihindeki en önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul edilmektedir. Yeni vatan; sadece bir coğrafi bölgeyi simgelememektedir. Aynı zamanda bir ulusun özgürlüğünü, bağımsızlığını ve onurunu temsil etmektedir.
Efendiler görüyorsunuz ki cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, salahiyetleri kendilerine haber verilmeden görüş ve rızaları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını gücenme ve ayrılık vesilesi saydılar. O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar, erkenden beni terk ettiler. Yalnız İsmet Paşa, Çankaya’ya misafir idi. Onunla yalnız kaldıktan sonra bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsvedde 20 Kanunusani (Ocak) 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun devlet teşkilini tespit eden maddelerini şu suretle değiştirmiştim: Devletimizin ilerlemesi ve hükümet işlerinin sürat ve intizamını temin için Teşkilatı Esasiye Kanunu’muzun açıklanmasına, tamamlanmasına ve genişletilmesine ihtiyaç barizdir. Yüce meclisçe bu hususun icabı gibi düşünüleceği ve temin olunacağı tabiidir. Ancak, kaçınılmaz ve acil gördüğüm aşağıdaki açıklamaların evvelemirde acele olarak müzakere ve kabulünü teklif eylerim.
Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün değiştirdiği maddeler şu şekildeydi:
1.Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesine “Türkiye Devleti’nin hüküm şekli cumhuriyettir.” ifadesi dahil oldu. Böylece “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır. Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.” Şeklinde yeniden yazıya geçti.
2.Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinin ardından şu madde ilave edildi: “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır. Resmi dili Türkçedir.”
3.Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun üçüncü maddesi, “Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin bölündüğü idare şubelerini İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder.” şeklinde düzeltilmiştir.
4.Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun dokuzuncu maddesinin yerine şu maddeler eklendi: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Görevi, yeni Cumhurbaşkanı seçilene kadar sürer. Tekrar seçilmesi mümkündür.” ve “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Bu sıfatla gerektiğinde Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.”
5.Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun dokuzuncu maddesine ilişkin hususlar üçüncü maddede ifade edilmiştir. Bakanlar Kurulu ile ilgili detaylar ise şu maddeyle açıklanıp tespit edilmiştir: “Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından seçildikten sonra, tümü Cumhurbaşkanı tarafından Meclisin onayına sunulur. Meclis toplantıda değilse, onay süreci Meclisin toplanmasını bekler.”
Yeni Vatan ve İlk Reisicumhuru: Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı Seçilmesi ve Meclis Konuşması
İkinci Reis Vekili İsmet Beyefendi, mecliste toplanan üyelere seslenerek, “Efendim! Yoklama suretiyle ve gizli oy ile reis-i cumhur seçimi yapacağız,” dedi. Ardından, seçimin sonuçlarını açıklarken, “Türkiye Cumhuriyeti için yapılan seçimde oya iştirak eden üyelerin sayısı 158’dir. Bu 158 üye oy birliğiyle Ankara Mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni Cumhuriyet riyasetine seçmişlerdir,” şeklinde duyurdu. Sonrasında Mustafa Kemal Meclis’e şu şekilde bir konuşma yapar:
Muhterem arkadaşlar, mühim ve dünya çapında fevkalede hadiseler karşısında muhterem milletimizin hakiki teyakkuz ve uyanıklığına kıymettar bir vesika olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun bazı maddelerini açıklamak için özel encümen tarafından yüksek heyetinize teklif olunan kanun tasarısının kabulü münasebetiyle yeni Türkiye Devleti’nin zaten cihanca malum olan, malum olması lazım gelen mahiyeti, milletlerarası bilinen adıyla yad edildi. Bunun tabii icabı olmak üzere bugüne kadar doğrudan doğruya meclisinizin riyasetinde bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız vazifeyi, reis-i cumhur unvanıyla yine aynı arkadaşınıza, bu aciz arkadaşınıza tevcih buyurdunuz. Bu münasebetle şimdiye kadar mükerreren hakkımda göstermiş olduğunuz muhabbet ve samimiyet ve itimadı bir defa daha göstermekle yüksek kadirşinaslığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı yüce heyetinize bütün ruhi samimiyetimle teşekkürler arz ederim. Efendiler! Asırlardan beri Doğu’da mağdur ve mazlum milletimiz, Türk milleti hakikatte yaratılıştan sahip olduğu hasletlerden yoksun kabul ediliyordu. Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, eğilim, idrak, kendi hakkında kötü zanda bulunanların ne kadar gafil ve ne kadar incelemeden uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz, sahip olduğu vasıfları ve liyakatini, hükümetini yeni ismiyle medeniyet cihanına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkiiye layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir. Arkadaşlar, bu yüce müessesi vücuda getiren Türk milletinin son dört sene zarfında kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere tecellilerini gösterecektir. Acizleri mazhar olduğum bu emniyet ve itimada layık olmak için pek mühim gördüğüm bu noktadaki ihtiyacımı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüksek heyetinizin şahsım hakkındaki teveccüh ve itimadının ve yardımının devamıdır. Ancak bu sayede ve Allah’ın inayetiyle şahsıma tevcih buyurduğunuz ve buyuracağınız vazifeleri iyi yapmaya muvaffak olabileceğimi ümit ederim. Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir surette yapışarak onların şahıslarından kendimi bir an bile uzak görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanak noktası kabul ederek hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.
(Saygıdeğer dostlarım, önemli ve dünya çapında dikkate değer olaylar karşısında, değerli milletimizin gerçek dikkat ve uyanıklığını gösteren Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun belirli maddelerini açıklamak üzere özel bir komite tarafından siz değerli meclis üyelerimize sunulan yasa tasarısının kabulü vesilesiyle, yeni Türkiye Devleti’nin zaten dünya tarafından bilinen ve bilinmesi gereken niteliği tekrar gündeme gelmiştir. Bu, doğal olarak bugüne kadar doğrudan sizin riyasetiniz altında yer alan bu alçakgönüllü arkadaşınıza, yani bana, reis-i cumhur unvanının verilmesini gerektirmiştir. Bu durum, sizin şimdiye kadar defalarca bana göstermiş olduğunuz sevgi, samimiyet ve güveni bir kez daha sergileyerek yüksek düşüncenizi ispat etmiş oluyorsunuz. Bu nedenle, size bütün kalbimle teşekkürlerimi sunuyorum. Efendiler! Uzun yıllardır, mağdur ve mazlum olarak görülen milletimiz, Türk milleti, aslında sahip olduğu niteliklerden yoksun görülüyordu. Son yıllarda milletimizin fiilen sergilediği kabiliyet, eğilim ve anlayış, onun hakkında yanlış düşüncede olanların ne kadar yanılgı içinde ve sığ düşündüklerini açıkça göstermiştir. Milletimiz, sahip olduğu özellikleri ve yetenekleriyle, hükümetini yeni ismiyle dünya medeniyetine daha açık bir şekilde sunmayı başarmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada hak ettiği yeri eserleriyle ispatlayacaktır. Arkadaşlar, bu yüce kurumu yaratan Türk milleti, geçtiğimiz dört yıl içinde elde ettiği zaferleri, gelecekte de katlanarak sürdürecektir. Bu güven ve inanca layık olmak için, sizlerin desteği ve güveni olmadan başarılı olamayacağımı düşündüğüm bu önemli noktayı dile getirmek zorundayım. Bu destekle, Allah’ın inayetiyle, bana ve bize verilen görevleri layıkıyla yerine getirebileceğime inanıyorum. Her zaman siz değerli arkadaşlarımın desteğine sıkı sıkıya bağlı kalarak, onlardan asla ayrılmayacağım. Milletimizin desteğini her zaman bir dayanak noktası olarak kabul ederek, hep birlikte ileri doğru yürüyeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve zaferle dolu olacaktır.)
Hilafetin Kaldırılması: Yeni Vatan, Yeni Sosyete; Yeni, Laik Devlete Doğru
Hilafetin kaldırılması; “yeni vatan”ın, dolayısıyla yeni sosyete ve yeni devletin şekillenmesindeki en önemli adımlardan biridir. Bu, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en belirgin adımlardan biriydi. Yeni Vatan’ın laik bir devlet olarak kendini tanımlamasına yardımcı oldu. Bu bölümde, hilafetin kaldırılmasının yeni vatan idealinde laiklik oluşumundaki rolünü ele alacağız. Bu olayın Türkiye’nin tarihindeki etkisini ayrıntılı olarak değerlendirmeyi de ihmal etmeyeceğiz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3.3.1240 (1924) tarihinde toplanan ikinci toplantısının birinci celsesinde kabul edilen 430 numaralı Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince yapılan işlemler, Başvekâlet’e verilmiş ve ilgili makama tebliğ edilmiştir, efendim.
Türkiye Reis-i Cumhuru
Gazi Mustafa Kemal
Mustafa Kemal, 24 Şubat’ta Ankara’ya döndü. 1 Mart’ta Meclis’in yeni dönem açılış konuşmasında, hükümetin çalışmalarını özetledi. 2 Mart’ta Halk Fırkası parlamento grubu, üç yasa tasarısını onaylamak üzere toplandı. Ertesi gün, üç teklif Meclise sunuldu. Yoğun tartışmaların yaşandı. Ardından, 3 Mart 1924’te, 429 sayılı Kanun ile Siirt milletvekili Halil Hulki ve elli arkadaşının önergesi kabul edildi. Bunun sonucunda Şer’iye, Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıkları kaldırıldı. Aynı gün, 430 sayılı Kanun ile Manisa milletvekili Vasıf Bey ve elli arkadaşının önergesi kabul edildi. Böylelikle eğitim ve öğretimin birleştirilmesine dair Kanun yürürlüğe girdi. 431 sayılı Kanun ile Siirt milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının önergesi kabul edilerek, Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılmasına karar verildi. Böylece, Osmanlı Devleti’nin son kalıntısı, Cumhuriyet yönetimi için potansiyel bir tehlike olan Halifelik tarihe karıştı. Kaldırılan bakanlıkların yerine Başbakanlığa bağlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kuruldu.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun maddeleri
1 – Türkiye sınırları içindeki tüm eğitim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.
2 – Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı veya özel vakıflar tarafından yönetilen tüm medrese ve okullar, Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir.
3 – Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek din eğitimi uzmanları yetiştirmek amacıyla Üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracaktır. Din hizmetleri görevlerini yerine getirecek personel yetiştirmek için ayrı okullar açacaktır.
4 – Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı bütçesinde okul ve medreselere ayrılan fonlar, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine dahil olacaktır.
5 – Bu kanunun yayım tarihinden itibaren, genel eğitim ve öğretime dahil olan ve şimdiye kadar Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri lise ve ortaokullar ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan yetimhaneler, bütçeleri ve öğretim üyeleri ile birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir. Söz konusu lise ve ortaokullardaki öğretim üyelerinin bağlantı durumları, ilgili bakanlıklar arasında ileride düzenlenecek ve bu süre zarfında orduda görevli öğretmenler, ordudaki statülerini koruyacaklardır. Askeri liseyi temel alan askeri okullar, bütçe ve kadroları ile birlikte Milli Savunma Bakanlığı’na devredilmiştir.
6 – Bu kanun yayım tarihinden itibaren yürürlüktedir.
7 – Bu kanunun uygulanmasına İcra Vekilleri Heyeti sorumludur.
Atatürk’ün Halifeliği Kaldırma Kararı ve Sonuçları
Atatürk, 1924 yılının Ocak ayında gerçekleşecek bir askeri tatbikat için İzmir’e gitmişti. Bu ziyaret iki ay sürecekti. Ziyaret sırasında, 22 Ocak’ta İsmet Paşa’dan bir telgraf aldı. Bu telgrafta hilafet makamının durumu ve halifenin İstanbul’a gelen resmi heyetler tarafından ziyaret edilme isteği gibi konularda yanlış anlamalara yer verildiğini öğrendi. Atatürk, aynı gün verdiği cevapta, halife ve dünya kamuoyunun, halifelik makamının dini ve siyasi bir anlamının olmadığını, bu makamın artık sadece tarihi bir hatıra olduğunu vurguladı. Buna ek olarak halifeliğin kaldırılması yönündeki kararlılığını ifade etti.
Atatürk, 23 Şubat 1924’te Ankara’ya döndükten sonra bu kararını ilgililere açıkladı. 1 Mart’ta Meclis açılış konuşmasını yaptı. Burada İslam’ın siyaset aracı olarak kullanılmasından kurtarılmasının şart olduğunu vurgulayarak halifeliğin kaldırılmasını gündeme getirdi.
2 Mart 1924’te Halk Fırkası’nda da çeşitli görüşmeler gerçekleşti. Görüşmeler sonrası, halifeliğin kaldırılması meselesi Meclis Genel Kurulu’nda ele alınmak üzere kararlaştırıldı. 4 Mart’ta Meclis Genel Kurulu’nda Urfa Milletvekili Şeyh Saffet ve elli arkadaşının hazırladığı, halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın yurtdışına çıkarılmasını öngören kanun teklifi kabul edilerek halifelik resmen sona erdi.
Halifeliğin kaldırılması, devletin laikleştirilmesi açısından büyük bir adım oldu. Monarşi yanlılarının dayanağı olan önemli bir makam ortadan kalktı. Bu karara özellikle yurt içindeki monarşi yanlıları rahatsızlıkla bakıyordu. Buna ek olarak ise, Atatürk’e halife olması teklif edildiği bilinmektedir. Kararın yurt dışında ise Batı tarafından hayranlıkla, İslam dünyasında ise rahatsızlıkla karşılandığı gözlemlenmiştir.
Halifeliğin Kaldırılması ve Türkiye’nin Modernleşme Sürecindeki Yansımaları
Bu karar, sadece siyasi bir amaç taşımakla kalmaz. Kültürel ve tarihi açıdan da büyük bir öneme sahiptir. Bu olay, laik ve yenilikçi grupların, muhafazakar-dini gruplara karşı uzun süredir süregelen mücadelelerinin bir zaferdir. Bununla birlikte toplumsal dengelerin yenilikçiler lehine değiştiğini gösterir.
Ayrıca, Manisa Milletvekili Vasıf Bey ve arkadaşlarının verdiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu teklifi ve Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi’nin Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması teklifi de 3 Mart’ta kabul edilmiş, böylece eğitim ve öğretim birleştirilmiş ve dini makamlar kaldırılmıştır. Halife Abdülmecit, 200 bin liraya hilafeti İngilizlere satmak istemiştir.
Şapka Kanunu: Yeni Vatan, Yeni Sosyete, Yeni Devlet, Yeni Giyim
Mustafa Kemal Paşa, başlık meselesini önce kendi kafasında çözüme kavuşturur. Sonra sıra bunu halka tanıtma ve kabul ettirme aşamasına gelmiştir. Zira Mustafa Kemal Paşa, “çarşaf ve peçeleri atmak, şapka giymek, bu suretle kadın ve erkek kıyafetlerini medeni alemdekilerine uydurmak” gibi devrimler zincirinin en çetin telakki edilen halkasını vücuda getirmek niyetini taşıyordu. Kastamonu’dan gelen bir heyetin daveti üzerine, 24 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya doğru yola çıkmasıyla başlamıştır. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa’nın, bu geziye çıkarken halkı ikna etmeden önce, beraberindekilere başlık konusunda varılan kararı “Hani sizin şapkalarınız?” şeklinde sorarak aktarması, inkılapçı kadronun şapkayı hemen benimsemesini sağlamaya yöneliktir. Çünkü artık şapka savaşı açılmıştır. Gazi bu savaşın önünde ve başındadır. Böylelikle şapkanın halka tanıtımı ve bu başlığın halk tarafından kabulünü sağlamaya çalışmıştır.
Aynı günün akşamı Kastamonu’ya ulaşan Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyet, şehre girerken büyük bir halk topluluğu ve yöneticiler tarafından coşkun sevgi gösterileriyle karşılanmıştır. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın elinde bir “Panama şapka” bulunmaktaydı. Bu şekilde halkın bu başlık ile ilk kez temasının sağlanmıştır. Bu olay rtık Türkiye’nin kaderinde büyük etkisi olacak bir dönemi başlatmıştır. Bir yandan getirilen çeşitli kanunlarla devlet laikleştiriliyordu. Diğer yandan halk yığınları teokratik düşüncenin sembolü olan festen koparılıp modern hayatın simgesi olan şapka ile tanıştırılmaktaydı. Lakin Mustafa Kemal Paşa’nın bu yeniliği doğrudan doğruya halka zorla giydirmeye çalışmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın bu gezileri esnasında halkın yeni düzenlemeyi görmesi, anlaması ve kabul etmesi için şapkayı zaman zaman takıp, zaman zaman kullanmadığı görülmektedir. Aynı gün, Mustafa Kemal Paşa’nın, geç vakit halkın hazırladığı şenliklere katıldığında, şapkayı kullanmaması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Gazi’nin Kılık-Kıyafet Devrimi Üzerine Konuşmaları
Mustafa Kemal Paşa, 25 Ağustos 1925’te, askeri kışlada yaptığı konuşmasında sarığın sadece görevli din adamlarına ait bir başlık olduğuna değinerek, “yetkisi olmayanlara sarık sardırılmamalı, yetkisi olanlar da ancak görevlerini yaparlarken sarmalıdırlar” ifadelerinde bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, 25 Ağustos 1925 Salı gecesi, İnebolu’dan gelen davetler üzerine, beraberindeki heyet ile birlikte İnebolu’ya doğru yola çıkmıştır. İnebolu’da 27 Ağustos 1925’de Türk Ocağı’nda bir konuşma yapan Paşa, şapka ve kılık-kıyafet hususuyla ilgili en uzun ve açık nutkunu burada vermiştir.
Medeniyim diyen Türkiye’nin gerçekten medeni olan halkı; baştan aşağı kadar dış durumuyla dahi, medeni ve mükemmel bir insan olduğunu fiilen göstermeye mecburdur…
diyerek bir kez daha biçim ve özün devrimler gerçekleşirken tutarlı olmasının gerekliliğini vurgulamıştır.
Konuşmasının devamında ise; “Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine bütün milletime hatırlatmak isterim; Bizans imparatorlarının ve Yahudi hahamlarının mahsus kisvesi olan cüppeyi, bizimkiler ne vakit, nasıl ve niçin giydiler.” sorusunu sorarak, şapkaya karşı olan zihniyetin, bu karşı duruşunun gereksizliğini ifade etmiştir.
28 Ağustos 1925’de Kastamonu’ya tekrar dönen Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925’te Halk Fırkası’nda bir konuşma daha yapmış ve burada, “… Her milletin olduğu gibi bizim de ulusal bir kılığımız varmış, fakat inkar edilemez ki, taşıdığımız kılık o değildir… Mesela karşımda, kalabalığın içinde birini görüyorum. Başında fes, fesin üstünde yeşil bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket var, daha alt tarafını görmüyorum. Şimdi bu kılık nedir?” Şeklinde açıklamalarda bulunarak, kılık-kıyafet konusunda değişimin kaçınılmaz olduğunu yinelemiş, halkı da bu doğrultuda teşvik etmiştir.
Türkiye’de Şapka Devrimi’nin Kabulü: Yeni Vatan, Giyimde de Çağdaşlaşıyor
2 Eylül 1925’te İcra Vekilleri Heyeti’nin çıkardığı “Bi’l-umum Devlet Me’murlarının Kıyafetlerine Dair” bir kararname ile ordu ve donanma mensuplarıyla ulemanın ve hakimlerin dışındaki tüm memurlar için medeni dünyada kullanılan elbise ve şapka, gece ve gündüzün durumuna göre giyilmesini zorunlu kılmaktadır. Lakin halk buna uyup uymama konusunda serbesttir. Ayrıca din adamlarının dini kıyafetlerine yönelikte aynı tarihte kararname yayınlanarak bir takım düzenlemeler gelmiştir. Din adamlarının kıyafeti olarak beyaz sarık ve siyah lata kabul edilmiştir. Ayrıca din adamları ibadethaneler dışında dini kisveyi giymeye mecbur değillerdir. Böylelikle memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmiştir. Halkın da memurlardan örnek alma yönünde teşvik edildiği ifade edilebilmektedir. Şapkanın halk arasında yaygınlaşması ve gerekli benimsemenin sağlanmasından sonra, çıkarılan kararnameden kanuna geçilmesi gerekiyordu.
Bu çerçeve “Şapka İktisası” hakkında kanun teklifi 16 Kasım 1925’de Refik Bey ve arkadaşlarınca Meclis Başkanlığı’na verilmiştir. Teklif ilgili komisyonlardan geçtikten sonra Genel Kurul’a gelmiştir. Refik Bey’in teklifi 25 Kasım’da görüşülmeye başlanmıştır. Teklifin gerekçesinde kanun maddeleri de belirtilmiştir;
Esasen fazla öneme sahip olmayan başlık sorunu, uygar ulusların seviyesini hedefleyen Türkiye için değerlidir. Şimdiye kadar Türkler ile öteki çağdaş uluslararasında bir marka niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş ulusların tümünün ortak başlığı olan şapkanın giyilmesi gereği belirmiştir. Ulusumuz bu çağdaş ve uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan bağlı kanunun kabulünü teklif ederiz.
Madde 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile İdareyi Umumiye ve Mahalliye ve bilumum Müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk Milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir ihtiyatın devamını hükümet men eder.
“Yeni vatan”ın modernleşme sürecindeki önemli adımlardan biri, Şapka Kanunu’nun kabul edilmesiydi. Bu kanun, yeni vatan üzerinde, özellikle de sosyal ve kültürel yaşamında, büyük bir değişiklik getirdi ve Türkiye’nin çağdaş bir giyim biçimini benimsemesinde önemli bir rol oynadı. Şapka Kanunu, yeni vatan Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en belirleyici olaylardan biridir.
Tekke ve Zaviyeler: Tarikat-ı Medeniyye Tahtında Yeni Vatan
Atatürk’ün önderliğinde inşa edilen yeni vatan, Anadolu ve Doğu Trakya’nın kurtarılması ile sınırlı kalmamıştır. Bunun yanında toplumsal ve kurumsal yapıda da köklü değişimler getirmiştir. Bu değişimlerden biri de, yüzyıllardır Osmanlı toplumunda önemli bir yere sahip olan ancak son iki yüzyılında amaçlarının dışına çıkan tekkeler ve zaviyelerin kapatılmasıdır. Bu bölümde tekkeler ve zaviyelerin neden ve nasıl kapatıldığını, bu kararın yeni vatan üzerindeki etkilerini ve günümüz Türkiye’si için taşıdığı anlamı inceleyeceğiz.
Mustafa Kemal Paşa, inkılapları gerçekleştirme fikrini kafasına koymuşken, neden 1925 yılına kadar tarikatların varlıklarına izin vermiştir? sorusu akla gelebilmektedir. Bu soruya Mustafa Kemal Paşa’nın şu şekilde cevap verdiği görülmektedir:
En sonu 8 Nisan 1923’te, görüşlerimizi dokuz ilkede saptadım. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırsında yayımladığım bu program partimizin temeli olmuştur. Bu program bugüne değin yaptığımız ve sonuçlandırdığımız bütün sorunları içine alıyordu. Bununla birlikte, programa yazılmamış kimi önemli sorunlar vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi… gibi. Bu sorunları programa alarak, önceden bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu sorunların, zamanı gelince çözülebileceğine ve sonunda ulusun kıvanç duyacağına kesin olarak inanıyordum
Bu doğrultuda, ilk olarak 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da, Cumhuriyet Halk Fırkası binasında fırkalılarla gerçekleştirdiği konuşmasında, ölülere verilen yersiz değerler üstünde durarak, “Ölülerden yardım dilemek medeni bir ulus için yüz karasıdır…” demiştir. Daha sonra konuşmasına tarikat konusunu ele alarak devam etmiştir. Tarikatlarla ilgili değerlendirmesinde, “… Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mutluluğa kavuşturmaktan başka ne olabilir?” ifadeleriyle tarikatların sadece dini faaliyetler ile ilgilenmesi gerektiğinden bahsetmiş ve devamında,
… Bugün ilmin, fennin, tüm kapsamıyla uygarlığın saçtığı ışık önünde filan ya da falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda asla kabul etmiyorum…
sözleriyle de artık değişim ve dönüşüm içerisinde olan toplumun, işlevini yitirmiş bu yapılarla alakası kalmaması gerektiğinin üzerinde durmuştur.
Anlaşılacağı üzere, zaten işlevini yitiren bu yapıların kapatılmasının doğal bir gereklilik olduğu görülmüştür. Böylece Mustafa Kemal Paşa, bu doğal refleksi bu yapıların kendilerinin vereceğini, “… Tarikatların başları bu dediğim hakikati bütün açıklığı ile anlayacak ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık olgunluğa eriştiklerini kabul edeceklerdir…” ifadeleriyle de belirtmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Dinî Kurumlar ve Tarikatlar Üzerine Reformları
Konuşmasının ilerleyen safhalarında, devletin, dini işlerle ilgilenen bir kurumunun olduğunu, “… Cumhuriyet Hükümeti’mizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurlar bulunmaktadır. Bu görevlilerin ilim ve erdem derecesi malumdur…” sözleriyle belirtip, tarikat yapılarının dini açıdan da geçersiz kaldığını vurgulamıştır. Bu konuşmasında ayrıca, “… Ancak, burada görevli olmayan birçok insanlar da, görüyorum ki, aynı kılığı giymeye devam ediyorlar. Bu gibiler içinde çok bilgisizlere, hatta hiç bir şey bilmeyenlere rastladım. Özellikle bu gibi koyu bilgisizler bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi önüne düşüyorlar…”, ifadeleriyle dini kılığın sorun teşkil edeceğini, “… Her halde yetki sahibi olmayan bu gibi kimselerin, görevli olanlarla aynı kılığı taşımalarındaki sakıncayı hükümetin gözleri önüne koyacağım…”, demeci ile de bu konunun çözülmesi gerektiğini belirtmiştir.
Böylelikle Mustafa Kemal Paşa, geçerliliğini kaybeden unsurlarla bağlantı kurup topluma zarar verme potansiyeline sahip herhangi bir benzerliğin bertaraf edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Paşa’nın Kastamonu gezisinden döndükten sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin ilk resmi adımı attığı görülmektedir. Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında 2 Eylül 1925’de gerçekleştirilen toplantıda, ilmiye sınıfı ve ilmiye kisvesi ve bilumum devlet memurlarının kıyafeti hakkındaki bu kararnameler ile birlikte tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ele alan kararname yayınlanmıştır. Kararnamenin gerekçesinde: “memleketin her tarafında kendiliğinden ulema kıyafeti giyenlerin bu durumu kendi çıkarlarına göre kullandıklarının görüldüğü” ifadeleriyle suçsuz insanları cehalete ve tembelliğe sürükleyen, memlekete fayda sağlamak yerine zarar veren tekke ve zaviyelerin kapatılmasının uygun görülmüş olduğu belirtilmiştir. Ayrıca bu kararname ile şeyh, derviş, mürit gibi unvanlar kaldırılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kararına İlişkin Açıklamaları
Dahası bu kararname gereğince şeyhler, eğer vakfiyelerinde buna dair hüküm varsa, ölünceye kadar tekkelerinde oturabilecektir. Bu vakfiyelerde geçim paraları da ödenmeye devam edecektir. Aynı zamanda uygun tekkelerin okul olarak kullanılması planlanmıştır. Diğerlerinin ise satılacağı elde edilen paralarla köy okullarının kurulacağı belirtilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, konu ile ilgili olarak, “Baylar, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb. gibi birtakım sanların yasak edilmesi ve kaldırılması da Takrir-i Sükun Yasası yürürlükte iken yapılmış işlerdir…” diyerek Takrir-i Sükun Yasası yürürlükte iken bu unsurların kaldırıldığını belirtmiştir.
Ayrıca,
… Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin, arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini, yanlış anlamda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi öğeler ve kurumlar, Yeni Türkiye devletinde, Türk cumhuriyetinde sürdürülmeli miydi? Buna önem vermemek ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve düzeltilemez bir yanılgı olmaz mı idi?…
ifadeleriyle de, Mustafa Kemal Paşa ulusun çağdaşlaşmasının önünde engel olan bir unsurun daha kaldırılmasının gereklilik olduğunu belirtmiştir. Artık kararname ile fiili olarak kapatılan tekke ve zaviyelerin bu durumunun kanunen de onaylanmasına sıra gelmiştir. Bu doğrultuda Refik Bey (Koraltan), 16 Kasım 1925’de, “Şapka İktisası Hakkında Kanun” önergesinde olduğu gibi “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” hakkında da Meclise kanun teklif sunmuştur. Teklifin gerekçesinde şöyle denilmekteydi:
Tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunlu kılmadığı kuruluşların, hak yolundan sapmışlar elinde, düşüncelerin karışımına ve siyasi amaçların desteklenmesine ne kadar elverişli olduklarını, mal ve canca, bir çok fedakarlıkları gerektiren son gericilik olayı açıkça anlattı, uyanıklık yarattı, vatan ve devletin esenliği ve huzuru için kuşkulananların dikkatini çekti. Doğu İstiklal Mahkemesi’nin bu nedenle kendi yargı çerçevesindeki tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması kararını verdiği bilinmektedir. Ankara İstiklal Mahkemesi de tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması gereğine hükümetin dikkatini çekmiştir.
1925 Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun Kabulü ve İçeriği
Bu kanun teklifi üzerine gerekli görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmelerden sonra, 30 Kasım 1925’de Meclis Başkanı maddelerin oylamasına geçme kararı vermiştir. Oylama neticesinde 677 sayılı “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” hakkındaki kanun kabul edilmiştir. Kanun, daha sonra 13 Aralık 1925’de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 206 Kanunun maddeleri şöyledir:
1- Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle, gerek mülk olarak şeyhinin tasarrufunda, gerekse başka suretlerle kurulmuş bulunan bütün tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin başka şekilde mülk edinme ve kullanma hakları devam etmek üzere, kapatılmıştır. Bunlardan, usulüne göre cami ya da mescit olarak kullanılanlar kapatılmamıştır.
Genellikle tarikatlar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve bilinmezlikten haber vermek ve dileğe kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi ad ve sıfatların kullanılması ile bu ad ve sıfatlara ait hizmetlerin görülmesi ve kılığın kuşanılması yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti içinde sultanlara ait ya da bir tarikata ya da menfaat sağlamaya dayananlarla bütün öteki türbeler kapatılmış ve türbe bekçileri kaldırılmıştır. Kapatılmış olan tekke, zaviye ve türbeleri açanlar, yeniden kuranlar, tarikat töreni için geçicide olsa yer verenler ve yukarıdaki adları taşıyanlar ya da bunlara özel hizmetleri yapanlar ya da kılıkları giyenler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere para cezası ile cezalandırılırlar.
2- İş bu kanun yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüktedir.
3- İş bu kanunun uygulanmasında İcra Vekilleri Heyeti sorumludur.
30 Kasım 1925’de çıkarılan bu kanun neticesinde, 773 tekke ve 905 türbe kapatılmıştır. Ayrıca bu tekkelerden cami ve mescit olarak inşa edilip resmi imam ve müezzini olanların, kuruluş amaçları doğrultusunda ibadet yapılabilmesi için hizmet vermeye devam etmesi kararı alınmıştır. Ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, buralarda görev yapan donanımlı kişiler, belirli bir süre maaşa bağlanarak devletin bünyesine dahil olmuştur. Devlet bu konudaki açığı gidermeye çalışmıştır.
Şeyh Sait İsyanı: “Yeni Vatan”ın Doğu’daki İmtihanı
Şeyh Sait İsyanı Sonrası Yargılamalar ve Cezalar
İdama mahkum edilenler şunlardı : Seyh Sait, damadı Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif, Şeyh Şemseddin, Şeyh İbrahim, Şeyh Ali, Şeyh Celal, Şeyh Hasan, Kamil Bey, Hacı Sadık, Mehmet Bey, Salih Bey, Madenli Kadri Bey, Genç tahribat katibi Tahir, Bucak Müdürü Tayip ve avaneden 29 kişi Salihbeyzade Hüseyin’in idam cezası yaşı küçük olduğundan Adana’da 15 sene küreğe çevriliyordu. Çapakçur Kaymakamı Çerkez Hüseyin Hilmi de idama mahkum olmuştu. Ancak Kuvay-ı Milliye’de hizmeti geçtiğinden Konya’da 15 yıl kürek cezası çekecekti. Genç Valisi İsmail Hakkı Hopa’da bir yıl hapis yatacak ve bir daha devlet hizmetinde kullanılmayacaktı. Jandarma yüzbaşısı Ali Avni ve Teğmen Mihri onar yıl hapis cezası yiyorlar, askerlikten de uzaklaştırıyorlardı.
Cemilpaşazade Ekrem Bey Kastamonu’ya on yıl kürek cezası çekecekti. Çapakçur (Bingöl) Yargıcı Bağdatlı Rıza sınır dışı oldu. Mahkeme Cemilpaşazade Muhiddin Kadri, Memduh ve Omer Beylerle Nakip Bekir Sıtkı’n ademi mesuliyetlerine sorumsuzluklarına karar vermişti. Bazganlı Rüştü Hüseyin, Sihhiye katibi Niyazi, Rıfkı İlyas, emekli binbaşı Kasım ve daha on beş kişi beraat ediyordu.
Şeyh Sait İsyanı’nın Sonu ve İdamı
Yeni Vatan, dini ve kültürel alanlarda da değişimler yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, kurucu değerlerine ve bu değişime alenen karşı koymak amacıyla birkaç isyan gerçekleşmiştir. Şeyh Sait İsyanı, bu isyanların en yıkıcılarından biridir. İsyanlar, Türk milletinin daha emin bir duruş sergilemesine vesile olmuştur. Bu kısımda; Şeyh Sait İsyanı’nın Yeni Vatan karşıtı olarak nasıl ortaya çıktığını, sonuçlarını ve bu isyanın modern Türkiye Cumhuriyeti’nin inşası açısından taşıdığı anlamı inceledik.
İzmir Suikast Girişimi: “Yeni Vatan”ın Batı’daki İmtihanı
Yeni Vatan ve kurucu önderi, kendilerini sadece dış tehditlere karşı değil, aynı zamanda içerideki suikast girişimlerine karşı da savunmak zorunda kalmıştır. 1926 yılında İzmir’de gerçekleştirilen suikast girişimi, bu tehditlerin en somut örneklerinden biridir. Bulunduğumuz bölümde, İzmir Suikast Girişimi’nin Yeni Vatan için neyi temsil ettiğini; suikast girişiminin nasıl planlandığını ve gerçekleştirildiğini, bu olayın Türkiye Cumhuriyeti’nin gidişatı üzerindeki etkilerini ele alacağız.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığı ve kalkınması için ömrünü adayan, ender liderlerden biridir. Yeni vatan ve kurucu önderi, bu uğurda birçok zorlukla ve tehlikeyle karşı karşıya kalmıştır. İşte, başta bu olay ve tüm zorluk ve tehlikeler; bize Atatürk’ün ne kadar büyük bir tehlike altında olduğunu ve Yeni Vatan için ne kadar büyük fedakarlıklarda bulunduğunu göstermektedir.
Atatürk, 1926 yılında İzmir’e bir seyahat gerçekleştirir. Bu seyahat sırasında, Menemen Tren İstasyonu’nda kendisine suikast düzenlenir. Suikastçılar, Atatürk’ün vagonuna bomba atmak isterler. Fakat bomba tam zamanında patlamaz ve Atatürk herhangi bir yara almadan kurtulur. Bu olayda Atatürk’ün soğukkanlılığı ve cesareti dikkat çekicidir. Tehlike karşısında bile sakinliğini korumayı başaran Atatürk, bu sayede Yeni Vatan için hizmetine devam etmiştir.
Suikast girişiminden sonra Atatürk, Moskova Sefiri Zekai Bey ile trende de bir sohbet gerçekleştirir. Bu sohbette Atatürk, olayın detaylarını Zekai Bey’e anlatır ve suikastçılara karşı duyduğu öfkeyi dile getirir. Atatürk’ün bu öfkesi, Yeni Vatan’a duyduğu bağlılığın ve onu korumak için ne kadar kararlı olduğunun bir göstergesidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir seferi sırasında, kendisine düzenlenen suikast girişimi ve söz konusu sohbet; “Atatürk’ün Bütün Eserleri” adlı kitabın 18. cildinde, “İzmir Sefiri Hakkında Moskova Sefiri Zekai Bey İle Trende Sohbet” başlığı altında anlatılır. Başlık, 218 ve 219. sayfalarda detaylandırılmaktadır.
Gazi’ye Suikast Girişimi: Şaşkınlık ve Soğukkanlılık
İstiklal Mahkemelerinde Yargılanan Devlet ve Milletvekilleri
Bu suikast girişimi İstiklal Mahkemeleri’ni yeniden topladı. İstiklal Mahkemeleri’nde Ankara Valisi Abdülkadir Bey, Saruhan Milletvekili Abidin Bey, Dr. Adnan Adıvar, Canik Milletvekili Ahmet Nafiz, Küçük Talat, Hüseyin Cahit Yalçı, Eyüp Sabri Akgöl, İzmit Mebusu Şükrü Bey, Erzincan Milletvekili Sabit Sağıroğlu, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, Ergani Milletvekili Ali İhsan İloğlu, Albay Rasim Bey, Celal Bayar, İsmail Canbulat, Sivas Milletvekili Halis Turgut, Galatalı Şevki, Gündüz Kılıç, Ardahan Milletvekili Filipeli Hilmi, Kuşçubaşı Hacı Sami, Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Gümüşhane Milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu, Tikveşli İdris, Yahya Kahya, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Ayıcı Arif, Ahmet Faik Günday, Feridun Fikri Düşünsel, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş, Rauf Orbay, Rüştü Paşa, Ahmet Şükrü, Filibeli Hilmi, Albay Mehmet Arif, Yenibahçeli Nail, Kuşçubaşı Eşref, Damat Ferit Paşa, Kara Kemal, Kara Vasıf, Laz İsmail, Çopur Hilmi, Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Gürcü Yusuf, Sarı Efe vs. mahkemede sanık olmuştur.
Şükrü Bey, Albay Rasim, Ziya Hurşit, Sarı Efe, Laz İsmail, Gürcü Yusuf gibi ölüm cezalarına çarptırılanlar suikastin planlanmasında etkin rol oynamıştı.
İstiklal Mahkemelerinde Yargılanan Olaylar ve Sonuçları
47 kişi 29 Haziran 1925 günü Diyarbakır’da idam edilmiştir. Ankara İstiklâl Mahkemesinin baktığı önemli davalar vardı. Bunlardan biri, Atatürk’e suikast girişimi suçluları “İzmir Suikastı” davası diye basında geçmiştir. 1926 Haziranındaki bu olayda Atatürk’ün silah arkadaşları Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy) vd. yargılanarak beraat etmiştir. 13 kişi idam edilmştir. İttihat Terakki’nin Maliye Nazırı (Bakan) Cavit Bey idam edilenlerin arasında idi. Şapka Kanunu’na karşı halkı silahlı isyana kışkırtmak ve isyana katılmak suçundan 27 kişi idam edildi. Göreve başlar başlamaz bütün sıkıyönetim mahkemelerine ve diğer mahkemelere ellerindeki dosyaları ve suçluları kendisine devretmelerini isteyen mahkemeler, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık, İçişleri, Millî Savunma ve Adalet Bakanlıkları ile devamlı yazışıyorlardı.
Kısmi seferberlik dolayısıyla 31 Temmuz 1925’e kadar asker kaçakları suçlarına da bakan mahkemeler askerlik şubeleri, şüpheli kimselerin izlenmesi ve birçok işlemin ve emirlerin yerine getirilmesi için valiliklerle yazışıyordu. Duruşmalar halka ve basına açık olarak yapılıyordu, gazeteler de günü gününe yayımlanıyordu. Kendilerine verilmiş olan görevleri başarmış olan mahkemeler, ülke içinde büyük bir moral etkisi yaratırken, çalışmaları dış basın tarafından da izleniyordu. Bu iki yıl içinde idam edilenlerin sayısı 360 kişi kadardır. İsyan, suikast ve asker kaçağı, soygun, cinayet, tecavüz suçlarını işlemiş olanlar da buna dahildir. Bu mahkemeler, 7 Mart 1927’de görevlerine son verilerek kaldırıldılar. Fakat ihtiyaç duyulabileceği göz önüne alınarak Takrir-i Sükûn Kanunu 1929’a kadar yürürlükte kaldı.
Medeni Kanun: Yeni Vatan ile Birlikte Yeni Sosyete ve Yeni Devletin Önemli Bir Adımı
Yeni Vatan; sadece siyasi ve ekonomik alanda değil, aynı zamanda aile ve toplum yapısında da köklü değişimlere tanıklık etmiştir. Bu değişimlerin en önemlilerinden biri de 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun’dur. Bu yazıda; Medeni Kanun’un Yeni Vatan’da neleri değiştirdiğini, kanunun kabul sürecindeki tartışmaları ve bu kanunun Türk toplumuna etkilerini aktaracağız.
Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Kanunu Medenîsi’nde kadın erkek eşitliğini hayata geçirmeye yönelik pek çok hüküm bulunmaktaydı. Medenî Kanunun kabulünden önceki dönemde kadın-erkek eşitliğine bakışı İslâmiyet öncesi dönem ve İslâmiyet’in kabulünden sonraki dönem olarak ikiye ayırarak incelemek gerekmektedir. İslâmiyet’in kabul edilmesinden önceki dönemlerde Türk ailesi erkeğin tek kadınla evlenmesi ile kurulan bir aile yapısına sahipti. Aile reisi erkek olmakla beraber kadının ailede saygın bir konumu vardı. Kadın kendi mallarının maliki olup boşanma hakkına da sahipti. Buna ek olarak kadının zekâ ve kabiliyetine güvenildiği için kadına devlet ve toplum hayatında resmi görevler verilmişti. Kadın devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenmiş, ülke savunmasına katılmış ve eğitim öğretim kurumları oluşturmuştur.
Türk toplumu İslâm dinini kabul ettikten sonra aile de İslâmî esaslara uymuştur. İslâmiyet’in Türkler tarafından kabulü ile Türk kültürü İslâm tesiri ile değişmiş ve zenginleşmiştir. İslâm Hukuku da aileyi erkeğin hâkimiyetine dayalı olarak kurmaktaydı. Erkek dörde kadar kadınla evlenebilirdi (teaddüd-i zevcat). Hatta kadın evlenme sözleşmesi sırasında hazır bulunmazdı. Genellikle bir erkek vekil ile temsil olunurdu. Kadının evlenmeye rızasını da bu vekil açıklardı. Ayrıca prensip olarak, boşanma hakkına sahip olan erkekti. Kadının boşanabilmesi ancak belli şartlar altında mümkün olabilmekteydi. Sebepsiz boşanmalar dinen hoş görülmemekle beraber koca talak (erkeğin boşanma hakkı anlamında kullanılan, evliliğin veya nikâhın bitmesi anlamına gelen İslam terimdir) için bir sebep ileri sürmek zorunda değildi. Bununla beraber İslâm hukukunda kadın kural olarak hak ve fiil ehliyetine sahiptir.
İslam Hukukunda Kadının Medeni Hakları ve Hak Ehliyeti
Kadın sağ ve tam olarak doğmakla medenî haklardan yararlanır. İslâm hukukunda eşin bütün masrafları kocaya aittir. Nafakanın kapsamına yiyecek, içecek, tedavi, ilaç ve bazı durumlarda hizmetçi masrafları girmektedir. İslâm hukukunda kadına miras hakkı tanınmıştır.
Hak Ehliyeti insanı kişi kılan ve “amaç” birliklerine tüzel kişilik sağlayan “hak ehliyeti” hak konusu değil, hak sahibi, hak öznesi olabilme, haklara sahip olabilme ve borçlanabilme yeteneği anlamına gelmektedir. Hak ehliyeti alanında “genellik ilkesi” ve “eşitlik ilkesi” olarak iki ilkenin varlığından söz edilebilirdi. Genellik ilkesi, her insanın hak ehliyetine sahip olduğu anlamına gelir. Eşitlik ilkesi ise herkesin eşit ölçüde hak ehliyetine sahip olması şeklinde ifade edilebilirdi. Nitekim Türk Medenî Kanunu’nun 8. maddesi eşitlik ilkesinin hem genellik hem özellik ilkesine vurgu yapar tarzda düzenlenmiştir. Bu madde şu şekildedir: “Her insanın hak ehliyeti vardır. Buna göre bütün insanlar, hukuk düzeninin sınırları içinde, haklara ve borçlara ehil olmada eşittirler”.
Her insanın hak ehliyeti vardır ifadesiyle canlılar içerisinde sadece insanların hak ehliyeti olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla hayvanların hem hak ehliyeti olmadığı hem de hukukî anlamda kişi olarak kabul edilmeyecekleri belirtilmiştir. Buna karşılık bu ifadeyi tüzel kişilerin hak sahibi olma ehliyetlerinin olmadığı şekilde anlamamak gerekir. Çünkü Türk Medenî Kanunu’nun 48. maddesi tüzel kişilerin hak ehliyetini açık şekilde düzenleme altına almıştır.
Hak Ehliyeti ve Eşitlik İlkesi: Türk Medeni Kanunu’nda Kadın ve Erkek Arasındaki Farklar
Her insanın hak ehliyeti olduğu ifadesi din, dil, ırk, cinsiyet, renk, sosyal sınıf, düşünce, yabancılık vb. gibi farklar gözetilmeksizin herkesin hak ehliyetine sahip olduğunu belirtse de maddenin devamı uyarınca hak ehliyetine hukuk düzeni tarafından birtakım farklılıkların getirilmesi mümkündür. Hukuk alanında eşitliği mutlak eşitlik olarak algılamamak gerekir. Çünkü insanın içinde bulunduğu durumu, özellikleri ve ihtiyaçları açısından diğerlerinden farklılıklar taşıması doğaldır. İnsanların sahip oldukları benzerlikleri ise siyasî iktidar sınıfı andırarak tanımlar. Bu sebeple eşitlikten söz ederken, diğerlerinden ayrılan ortak özellikleri ve kendi içinde benzerlikleri dolayısıyla oluşturulan bir grubun, kendi içindeki eşitliğine, grubun iç tutarlılığına ve bu grubun dışında kalanlardan ayrıcı ölçütlerine işaret edilmektedir. Bu durumda söz konusu olan “eşitlerin eşitliği” olup “eşit olmayanların eşitsizliği” eşitlik ilkesini ihlâl etmez.
Eski Medenî Kanunumuzda evlenme yaşı, Türkiye’ye özgü toplumsal ve biyolojik nitelikteki nedenlerle kaynak kanundan farklı biçimde düzenlenmişti. Fakat mevcut Türk Medenî Kanunu’nda erkek ve kadın ayrımı yapılmadan her iki cins için de olağan evlenme yaşı 17 yaşın, olağanüstü evlenme yaşı 16 yaşın tamamlanması olarak belirlenmiştir. Böylece kadın-erkek eşitliğini sağlama yönünde önemli bir adım atmıştır. Bununla beraber kadın-erkek arasındaki eşitsizlik en aza indirgenmeye çalışılmıştır. Ancak yine de Türk Medenî Kanunu’nda kadın aleyhine hâlen birtakım hükümlere rastlamak mümkündür. Aşağıda sırasıyla kadın-erkek eşitliğine aykırı olarak hak ehliyetine sınırlama getiren durumlar ele alınacaktır.
Evli Kadının Soyadı
Bir aileyi oluşturan bireyleri diğer ailelerin bireylerinden ayıran ve kuşaktan kuşağa geçen ada soyad denir. Kadın evlenene kadar kural olarak doğumla birlikte gelen soyadını taşır. Sahip olduğu bu soyadı ile hukukî işlemler yapar, sosyal ve meslekî ilişkiler içine girer. Kişinin adı üzerindeki kişilik hakkı yalnızca hukukî alanda sonuç doğurmaz. Aynı zamanda kişinin manevî dünyası üzerinde de etkilidir. Çünkü kişi hem benliğini hem de kimliğini adının çevresinde oluşturur. Her kişi gibi şüphesiz kadın da evlenme anına kadar, benlik ve kimliğini evlenmeden önceki soyadı etrafında kurmuştur. Ancak evlenme merasimi ile birlikte kadının kimliğinin önemli bir unsurunu oluşturan soyadını kanunen değiştirmek zorunluluğu bulunmaktadır.
Bu sebeple Türk Medenî Kanunu’nun kadınlarca çok eleştirilen, kadın-erkek eşitliğine aykırı olduğu ileri sürülen bir hükmü vardır. Bu hüküm, kadının kocasının soyadını taşımak zorunda olmasına ilişkin hükümdür. Eski Medenî Kanunun 1997 yılında 4248 sayılı Kanun ile değiştirilen 153. maddesi, kadının kocasının soyadının önünde önceki soyadını da taşımasına imkân verir. Fakat kocasının soyadını taşıma zorunluluğunu devam ettiren hükmü, Türk Medenî Kanunu’nun 187. maddesinde aynı şekilde korunmuştur. Türk Medenî Kanunu’nun 187’nci maddesi şu şekildedir: “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır. Ancak evlendirme memuruna veya nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın ise bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir”.
Kadın İçin Bekleme Süresi
Türk Medenî Kanunu’nda kadın-erkek eşitliği bakımından kadının yaradılışından kaynaklanan zorunlu eşitsizlikler de vardır. Mesela evliliği sona eren kadının yeniden evlenebilmesi için mevcut bekleme süresi, bu yönde bir hükümdür. Türk Medenî Kanunu’nun 132’nci maddesinin 1’inci fıkrası şu şekildedir: “Evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmedikçe evlenemez”. Bu süre azami gebelik süresidir. Bu sürenin dolması beklenmeksizin kadının evlenmesi ve sonrasında kadının hamile olduğunun anlaşılması, çocuğun soy bağı açısından sorunlar doğurabilirdi. Söz konusu durumun önüne evliliği sona eren kadına 300 günlük bekleme süresi getirilerek geçilmiştir.
Evlilik Birliğinin Kurulmasından Önceki Aşamada Kadın-Erkek Eşitliğine İlişkin Hükümler
Eski Medenî Kanunun 98’inci maddesi evlenme başvurusunun “erkeğin ikametgâhındaki evlendirme memuruna yapılmasını” öngörmektedir. Öte yandan Türk Medenî Kanunu’nun 134’üncü maddesi “evlenecek erkek ve kadının, birisinin oturduğu yerdeki evlendirme memuruna birlikte başvurabilmeleri” imkânını getirmiştir. Bu hüküm erkeğin ikametgâhı yerine kadın veya erkekten herhangi birisinin oturduğu yer evlendirme memuruna başvurulması imkânını getirmesi sebebiyle eşitlik ilkesine uygun bir hükümdür. Ayrıca yerleşim yeri kavramı yerine oturulan yer kavramının tercih edilmesinin daha işlevsel olduğu ve evlenme başvurusunda bulunanlara daha fazla serbesti tanıdığı da belirtilmiştir. Zira yerleşim yeri (eski Medenî Kanun’da ikametgâh) kişilerin bir ülkenin belli bir yöresinde yerleşmek, orada sürekli şekilde oturmak yoluyla o yeri bütün hayat ve iş ilişkilerinin merkezi hâline getirdikleri yerdir. Yerleşim niyeti olmaksızın bir yerde eylemli olarak ikamet etmek de mümkündür. Ki bu yer oturulan yerdir. Bu yerin belirlenmesi yerleşim yerini belirlemekten daha kolaydır.
Kadının Kişisel İlişkileri Bakımından Kadın-Erkek Eşitliğini İlgilendiren Hükümler
Türk Medenî Kanunu eski Medenî Kanuna göre evlilik birliğinin kurulmasından sonraki aşamada da kadın erkek eşitliğini sağlamak bakımından daha ileri bir düzeydedir. Eski Medenî Kanun’daki eşitsizliğe neden olan birçok hükme yer verilmemiştir. Ya da eşitsizliğe neden olan birçok hüküm eşitliği sağlayacak şekilde değişikliğe uğramıştır. Bu kanunun 21’inci maddesindeki “kocanın ikametgâhı karının ikametgâhı addolunur” hükmü kadın-erkek eşitliğine aykırıdır. Bu sebeple Türk Medenî Kanunu’na alınmamıştır. Eski Medenî Kanunun 21’inci madde düzenlemesi ile kural olarak evli kadının bağımsız bir yerleşim yerine sahip olamayacağı, yerleşim yerinin kocaya bağımlı olduğu kabul oldu.
Eski Medenî Kanun zamanında bu düzenleme evli kadının bağımsızlığını sınırlandırmamıştır. Sadece evliliğin gerektirdiği birliğin sağlanabilmesi için eşlerin bir arada, yardım ve dayanışma içinde yaşamaları gerektiği ve eşlerin aynı yerleşim yerini paylaşmalarının belli ölçüde zorunlu olduğu belirtilmiştir. Gerekli durumlarda eşitlik ilkesi gereği kadına ayrı yerleşim yeri edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu durum “CEDAW” bakımından da uygundur. Ancak eşlere ayrı yerleşim yeri edinebilme olanağının tanınmasının onların birlikte yaşama ve birbirlerine sadık kalma yükümlülüğünü ortadan kaldırmadığı belirtilmelidir. Türk Medenî Kanunu’nun “Aile Hukuku” başlıklı ikinci kitabının birinci kısmı olan “Evlilik Hukuku”nun, “Evliliğin Genel Hükümleri” başlığını taşıyan üçüncü bölümünde yapılan değişikliklerin amacı gerekçede de belirtildiği üzere kadın-erkek eşitliğini sağlamaktır.
Eşitliği sağlamaya yönelik hükümlerden biri de Türk Medenî Kanunu’nun 186’ncı maddesi ile getirilen düzenlemedir. Bu madde “konutun seçimi, birliğin yönetimi ve giderlere katılma” başlığını taşımaktadır. Bu maddeyle Eski Medenî Kanun’un konutun seçimini kocaya tanıyan hükmü değişti. Eşlerin beraberce oturacakları ortak konutu birlikte seçmeleri ilkesi geldi.
Eski ve Yeni Türk Medeni Kanunlarında Evlilik Birliği Yönetiminde Kadın ve Erkek Eşitliği
Eski Medenî Kanun kocanın en önemli haklarını ve yükümlülüklerini: “Evlilik birliğinin reisi olmak, evi seçmek, evlilik birliğini temsil etmek, karı ve çocukların bakımıyla yükümlü olmaktır.” şeklinde belirlemişti. Aile reisliği ise eski Medenî Kanun’un 152’nci maddesinin 1’inci fıkrasında “Koca birliğin reisidir.” şeklinde yeniden yazılmıştır. Erkeğe tanınan bu üstünlük ataerkil bir sosyal yapının ürünüydü. Bu hüküm kocaya evlilik birliğinin yönetiminde her ne kadar öncelik tanısa da kocanın kadının efendisi olmadığını, sadece kocanın aynı hukuka malik iki şahıs arasında önce gelen (“primus inter pares”) olduğunu hatırlatmaktaydı.
Evlilik birliğinde gerekli ahengin, düzenin sağlanabilmesi için taraflardan birinin reis olması gerektiği düşüncesi üzerine yapılan bu düzenleme de karı-koca arasında eşitsizlik yarattığı düşüncesiyle eleştirilere konu olmaktaydı. Türk Medenî Kanunu eşitliğe aykırı bu hükme yer vermemiş ve 186’ncı maddesinin 2’nci fıkrasında eşlerin birliği beraberce yöneteceklerine ilişkin düzenleme getirmiştir. Eşler evlilik birliğini yönetirken çocuğun adı, alacağı eğitim, gideceği okul gibi önemli konularda uyuşmazlığa düşerlerse kocanın oyu üstün olmadığından hâkime birlikte ya da tek başlarına başvurabileceklerdir.
Eski Medenî Kanunun 263’üncü maddesindeki evlilik devam ederken eşlerin çocukların velayetini birlikte kullanacağı, anlaşmazlık durumunda babanın oyunun geçerli olacağına ilişkin hükmü değiştirilerek Türk Medenî Kanunu’nun 336’ncı maddesinde evlilik devam ettiği sürece anne ve babanın velayeti birlikte kullanacakları hükme bağlanmıştır. Babaya göre çocuklar üzerinde daha çok emek sahibi olan, çocukların sağlığı, beslenmesi ve eğitimi gibi konularda daha fazla uğraş verip zaman ayıran annenin velayet hakkının kullanılmasında son söz hakkına sahip olmaması eşitlik ilkesine tamamen aykırıdır. Bu sebeple kadın erkek eşitliğini hedef alınmıştır. Medenî Kanuna bu hükmün alınmaması son derece yerinde olmuştur.
Türk Medeni Kanunu’nda Eşlerin Evlilik Birliğindeki Ekonomik Katılımı ve Yükümlülükleri
Türk Medenî Kanunu’nun 186’ncı maddesinin 3’üncü fıkrası uyarınca eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile katılacaklardır. Eski Medenî Kanunun 152’nci maddesine göre evin ve çocukların geçimi kocaya aitti. Bu ilke ve dolayısıyla bundan doğan yükümlülük kadın-erkek eşitliğini erkekler aleyhine bozmakta olduğundan kocanın ailenin geçindirilmesi yönündeki yükünü hafifl etmek üzere Türk Medenî Kanunu’nda kadın olan eşe de birliğin giderlerine katılma konusunda yükümlülük yüklenmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 196. maddesi, ev işleri, çocuk bakımı gibi emeklerin eşlerin mali katkılarına dahil olduğunu belirtir. Bu, hâkimin aile geçimindeki parasal katkıyı belirleme gereği duyduğunda, ev işleri yapan veya çocuklara bakan eşin emeğinin dikkate alınacağı anlamına gelir. Böylece, eşler arasındaki katılım yükümlülüğü hakkaniyet ve kadın-erkek eşitliğine uygun olarak düzenlenmiştir.
Eski Medeni Kanunun eşit olmayan hükümleri yerini daha adil olanlara bırakmıştır. Türk Medeni Kanunu’nun 188. maddesi, eşlerin evlilik süresince aile ihtiyaçları için birliği temsil etme yetkisine sahip olduğunu açıklar. Eşler, bu yetkiyi kullandıklarında, üçüncü kişilere karşı birlikte sorumlu tutulurlar. Bu değişiklikler, evlilik birliğindeki temsil ve yükümlülüklerde önemli iyileştirmeler sağlamıştır.
Türk Medeni Kanunu’nda Eşlerin Meslek ve İş Seçimi Özgürlüğü
Anayasa Mahkemesi, 29.11.1990 tarihinde eski Medeni Kanunun 159. maddesini eşitlik ilkesine aykırı bulup iptal etti. Bu madde, kocanın karısının meslek veya sanat icra etmesine izin verme yetkisini veriyordu. Şimdiki Türk Medeni Kanunu’nun 192. maddesi ise eşlerin her birine meslek/iş seçme özgürlüğü tanır. İzin alma zorunluluğu yoktur. Ancak, eşlerin meslek ve iş seçimlerinde evlilik huzuru ve yararı gözetilmelidir.
Eski kanunda, meslek seçimi ve icrası sadece kadınlar için sınırlıyken, erkekler bu konuda daha serbestti. Türk Medeni Kanunu’nun 192. maddesiyle, meslek seçimindeki bu eşitsizlik ortadan kalkmıştır. Artık her iki eş de, evliliğin huzur ve yararını gözeterek mesleklerini seçip yürütmek zorundadır. Bununla birlikte evlilik içinde eşitlik ve iş seçimindeki özgürlüğü güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Kadının Mali İlişkileri Bakımından Kadın-Erkek Eşitliğini İlgilendiren Hükümler
Türk Medenî Kanunu’nun getirdiği değişiklikler içinde evli kadını en çok etkileme potansiyeline sahip düzenlemeler “mal rejimleri” alanındadır. Mal rejimi, evlilikten sonra karı-koca arasındaki malî ilişkileri (mallardan yararlanma, mallar üzerinde tasarrufta bulunma, malların yönetimi ve eşlerin bu konudaki sorumlulukları gibi) düzenleyen sistemin adıdır. Eski Medenî Kanun’da eşler arasındaki yasal mal rejimi mal ayrılığıydı. 1998 Tasarısı ile yasal mal rejimi “Paylaşmalı Mal Ayrılığı” olarak kabul gördü . Buna karşılık, 1999 Tasarısında, İsviçre hukukunda 1988 yılında kabul edilen “edinilmiş mallara katılma” rejiminin, ülkemizde de yasal mal rejimi olarak kabul edildiği belirtilmiştir. Daha sonra bu hüküm kanun metninde de aynen kabul edilmiştir.
Bu sayede eşlerin kişisel malları dışında, evlilik süresince edindikleri mallar evliliğin sona ermesi halinde eşit olarak paylaşılacaktı. Bu durum, kadınların ekonomik ve diğer haklarını koruyarak adalet ve toplumsal huzuru artırır. Çünkü, eski Medeni Kanunumuzdaki “mal ayrılığı” rejimi, hakkaniyete aykırı sonuçlar doğuruyordu ve bu değiştirilmiştir. Edinilmiş mallara katılma rejimi, Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçerli olmuştur. Bu durum, “kanunların geriye yürümemesi” ilkesiyle açıklanmıştır. Ancak eleştirilere de maruz kalmıştır.
Evliliğin Sona Ermesinde Kadın-Erkek Eşitliğine İlişkin Hükümler
Evlilik birliğinin boşanma vb. sebeplerle sona ermesi durumunda kadının hukukî konumuna ilişkin birtakım değişiklikler yapılmıştır. Boşanma davasında yetki hususunu düzenleyen madde yeniden kaleme alınmıştır. Böylece kadın-erkek eşitliğine uygun bir hâl almıştır. Eski Medenî Kanunun 136’ncı maddesine göre boşanma davalarında yetkili mahkeme davacının ikametgâhı mahkemesidir. Ancak eski Medenî Kanunun 21’inci maddesine göre kadının ikametgâhı kocasının ikametgâhı olduğu için boşanma davasını açacak kadın bu davayı ancak kocasının ikametgâhı mahkemesinde açabilmekteydi.
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 9. maddesi, boşanma davalarında yetkiyi davacının ikametgâhına veya eşlerin son altı ay birlikte yaşadığı yere vermişti. Ancak Türk Medeni Kanunu’nun 168. maddesi bu yetkiyi değiştirdi. Eşlerden birinin yerleşim yeri veya son altı ay birlikte oturdukları yer artık yetkili kılınmıştır. 6100 Sayılı Yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 5. maddesi, mahkemelerin yetkisinin bu Kanun hükümlerine tabi olduğunu, ancak diğer kanunlardaki yetki hükümlerinin saklı kaldığını vurgular. Bu düzenlemeler, boşanma ve ayrılık davalarında yetkiyi netleştirir ve yasalar arası tutarlılığı sağlar. Böylelikle Türk Medenî Kanunu’nun 168’inci madde düzenlemesi uyarınca yetki belirlenecektir. Ayrıca görevli mahkeme de artık Aile Mahkemesi olacaktır.
Türk Medenî Kanunu’nda yoksulluk nafakası isteme hakkı, eşitlik kuralı gereği hem erkeğe hem de kadına aynı şartlarla tanınmıştır. Eski Medenî Kanunun 144’üncü maddesine göre erkeğin kadından yoksulluk nafakası isteyebilmesi için kadının hâli refahta bulunması gerekmekteydi. Türk Medenî Kanunu’nun 175’inci maddesi bu ayrımı kaldırmıştır. Buna göre boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mâli gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilirdi. Doktrinde kadın erkek eşitliğini sağlamak için yapılan bu değişikliğe eleştiri getirildiği de söylenmelidir. Boşanan kadının kişisel durumunu düzenleyen 173’üncü madde boşanan kadının evlenmeden önceki soyadını yeniden alabilmesine olanak sağlayacak şekilde düzenlenmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nda Kadınların Soyadı ve Velayet Hakları
Türk Medenî Kanunu’nun 173’üncü maddesi ise kadının evlenmeden önce dul olması hâlinde hâkimden bekârlık soyadını taşımasına izin verilmesini isteyebileceğini belirtmiştir. Bununla beraber kadın boşandığı kocasının soyadını kullanmakta menfaati olduğunu ve bunun kocaya bir zarar vermeyeceğini ispatlarsa kadının istemi üzerine hâkim kocasının soyadını taşımasına izin verebilecektir. Kadının sosyal çevresinde kocasının soyadı ile tanınmasını yeterince dikkate almadan kadının boşanma hâlinde evlenmeden önceki soyadını almasının kural hâline getirilmesinin kadın-erkek eşitliğini sağlamak açısından eleştiriye açık olduğu ifade edilmiştir.
Türk Medenî Kanunu’nun 336’ncı maddesinde evlilik devam ettiği sürece anne ve babanın velayeti birlikte kullanacakları vurgulanmaktadır. Ortak hayata son verilmiş/ayrılık hâli gerçekleşmişse, hâkim velayeti eşlerden birine verebilirdi. Velayet anne ve babadan birinin ölümü hâlinde sağ kalana aittir. Boşanmada ise çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir. Çocuğun çıkarları doğrultusunda çocuk anneye bırakıldığı için velayet hakkına da anne tek başına sahip olmaktadır. Velayet hakkına sahip olmayan babanın çocuğun bakımı ve eğitimine ilişkin yükümlülükleri devam ediyor olmasına rağmen bu konularda anneyle beraber karar alma imkânının düzenlenmemiş olması kadın erkek eşitsizliğinin erkek aleyhine yaşandığı bir durum olarak görülmektedir.
Yeni Vatan, Yeni Sosyete, Yeni Devlet; Mustafa Kemal’in Yolu – Sonuç
1923-1929 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde köklü değişimler geçirdi. Bu değişimler, sadece siyasi ve yasal reformlarla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda eğitim, kültür ve toplum yaşamının her alanına da sirayet etti. Kısa sürede gerçekleştirilen bu dönüşüm, Türk milletinin yepyeni bir sayfa açmasını sağladı. Modern, müreffeh bir devlet; yeni bir vatan inşa etmesine aracılık etti. Atatürk’ün vizyonu, Türk milletine yüce zihniyetini yeniden hatırlatmaktı. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti; laiklik, bilimsellik ve milli değerler temelinde yeni bir nesil yetiştirilmesine öncelik verdi.
Eğitimde yapılan reformlarla Yeni Vatan; modern bilimin ışığında, çağdaş bireyler yetiştirmeyi özellikle hedeflemiştir. Hukukta ise Osmanlı İmparatorluğu’nun döneme uyum sağlamayan yasaları terk edilmiştir. Evrensel hukuk ilkelerine dayalı modern bir düzen kurulmuştur. Bu değişimler, elbette her kesimden tam bir destek görmedi. Eski düzenin savunucuları, yeniye karşı isyan etti; fakat Atatürk’ün inancı ve kararlılığı tamdı. Nitekim kendisi, milletinin potansiyelinin farkındaydı. Ulusunu aydınlık bir geleceğe taşımaya hazırdı.
Atatürk’ün ilke ve inkılapları, sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini oluşturmakla kalmamıştır. Aynı zamanda Yeni Vatan için aydınlık bir yol çizmiştir. Onun vizyonu ve liderliği, sömürge altında yaşayan birçok millete bağımsızlık mücadelesinde umut aşılamıştır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün ilke ve inkılapları ışığında ilerlemektedir. Modern ve demokratik bir ülke olarak yoluna devam etmektedir. Eğitimde, kültürde ve ekonomide kaydedilen ilerlemeler; Atatürk’ün vizyonunun ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak, 1923-1929 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti, yeni vatan, Türk milletinin yeniden doğuşuna şahitlik etti. Atatürk’ün inancı ve kararlılığı, milletin iradesine dayanan bir devlet inşa etmeyi mümkün kıldı. Atatürk’ün ilke ve inkılapları, bugün hala geçerliliğini korumakta ve Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için temel oluşturmaktadır.
Bu yazımızda Cumhuriyet’in ilan edilişinden Türk Medeni Kanunu’na kadar olan süreci anlatmaya çalıştık. Yazı dizimizin sonlarına yaklaşırken okuma serüveninize “‘Atatürk’ün Sonu Gelmeyecek Yolu; Arasız Devrimlerin Lideri” başlıklı yazı ile devam edebilirsiniz.
Kaynakça
- Kaynak Yayınları (Der.). (2008). Atatürk’ün Bütün Eserleri (Vol. 16). Kaynak Yayınları.
- T.C. Resmî Gazete T.C. Resmî Gazete İLK 100 SAYI. T.C. Resmî Gazete. [mevzuat.gov.tr]
- Toker, M. (1925). Şeyh Sait ve İsyanı. Ka Kitap.
- Kaynak Yayınları (Der.). (2008). Atatürk’ün Bütün Eserleri (Vol. 17). Kaynak Yayınları.
- Kaynak Yayınları (Der.). (2008). Atatürk’ün Bütün Eserleri (Vol. 18). Kaynak Yayınları.
- Arıkan, Ö., Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Döneminde Sosyal Alanda Yapılan İnkılaplara Tepkiler (1925 – 1937).
- Yüksel, S. R. (2014) Türk Medeni Kanunu’ndan Kadın – Erkek Eşitliği, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 17(2). [https://dergipark.org.tr/tr/pub/ahbvuhfd/issue/48103/608286]
- Kemal, G. M. (1927). Nutuk. Yapı Kredi Yayınları.