Her hareketi ve düşüncesiyle ikonlaşmış, birçok sanatçının ilham kaynağı olan David Lynch maalesef 78 yaşında, doğum gününe günler kala aramızdan ayrıldı. Ailesi, “İçimizde büyük bir boşluk var.” diyerek Lynch’in ölümünü duyurdu. Bu yazı, bir Lynch biyografisi değil ve tartışmalara yer vermeyecek. Yas tutmak da bu yazının konusu değil. Tabii ki hissettiğimiz hüzün açıklanamaz boyutta. Büyük bir yönetmen ve ressam, her çağda görebileceğimiz bir şey değil. Onunla aynı zamanlarda yaşamış olmak bir şanstır. Bilakis o, hüznün ve depresyon hislerinin yaratıcılığın önüne geçmesini kesinlikle istemezdi. Bugün, yani yazının yayına girdiği 20 Ocak günü, David Lynch’in 79. doğum günü. Bu sebeple, içimdeki burukluğa rağmen, hem anmak hem de doğum gününü kutlamak için onun yaratıcı kimliğine yaraşır şekilde davranmaya çalışacağım.
İçeriğimiz öncelikle Lynch filmografisinden çeşitli başlıklara özel filmler seçmeyi ve genel bir bakışı amaçlıyor. Sinemayla içli dışlı olmayan okurlarımıza da hitap edebilmek adına, terimleri yoğun kullanmayacağım. Ayrıca, yazının sonunda Lynch şarkılarından ve resimlerinden oluşan bir seçkiye yer vereceğim. Odağımız, onu büyük ustalar arasında gören birinin gözünden sanatının nasıl göründüğü. Bir nevi, David Lynch’i ilham kaynağı olarak gören birinin son görevini yerine getirişine, onun mirasına duyduğu derin saygıyı sunmasına şahit olacaksınız. Gazete satarak geçimini sağlamış, tesisatla uğraşmayı ve marangozluğu seven bir adamın garip dünyasına yolculuğa çıkıyoruz.
Sapiens Medya – Sapiens Haber & Sapiens Medya – Kültür Köşesi
Yaratıcılığa Adanmış Bir Hayat
Ani gelişen ölümler üzerine konuşmak her zaman zor olmuştur. David Lynch, uzun süredir hastalıklarla mücadele etmesine rağmen ölümü pek çok insanı şaşırttı. Bu şaşkınlığın sebebi tıbbi değil. Böyle büyük bir ustanın vedası, her zaman beklenmedik olur. İnsanlar Lynch’in yaratıcılığının tadını çıkarmakla meşgulken onun da bir gün ölebileceği kimsenin aklına gelmedi. Kendi deyişiyle, yarattığı “garip dünyalar” belki de bizi öylesine büyüledi ki onu da bu dünyalar gibi ölümsüz sandık.
Verdiği bir demeçte Lynch, hayatında sadece birkez psikolojik destek almaya gittiğini söylüyor. “Gittim ve tek bir soru sordum, bu tedavi yaratıcılığımı etkileyecek mi?”, “Evet.” cevabını duyunca el sıkışmış ve ortamı terk etmiştir. Tek bir örnek bile onun hayatını yaratıcılığa adadığını göstermektedir.
David Lynch hakkında konuşurken, onun aramızdan biri olduğunu unutmamalıyız. Her ne kadar öyle görünse de, başka bir dünyadan gelmedi. Youtube kanalında, 950 video boyunca hava durumu sunuculuğu yaptı, şarkılar önerdi ve insanlara iyi dileklerini iletti. Evet, gerçekten hava durumu sunuculuğu da yaptı! Bu serisi, pandemide bir tür günlük görevi de görmüş ve sevenleri her gün ondan haber almıştı. Hazır lafı geçmişken Youtube kanalının önemini de belirtmem gerekir. Birçok kısa filmi, yeni kısa film denemeleri ve çok çeşitli içerikleriyle dolu dolu ve yaratıcı bir kanaldır.
Hayatını üzerine kurduğu yaratıcılık, sanatının da en büyük ilham kaynağıdır. Filmlerinde, resimlerinde ve şarkılarında amacı yaratıcılığını serbest bırakmaktır. Fakat bunun yanında en büyük amacı, insanların da yaratıcılığını serbest bırakmasını sağlamaya çalışmasıdır. Bundandır ki o, birçoğumuzun ilham kaynağı olmuştur. İlham vermesinin tek sebebi iyi işler yapması değildir, direkt olarak zihnimizi harekete geçirmeye çalışmıştır. Çoğu insanın yapmadığı şeyi onlara yaptırtmayı denemiştir. “Garip dünyalar”, bir mesaj verme amacı gütmekten çok zihni harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.
Sürrealizmin Son Büyük İkonu
“Garip dünyalar” aslında oldukça kısıtlayıcı bir kavram. Onun filmlerini izleyenler, genellikle yaşadıkları tecrübeyi “garip” olarak tanımlamıştır. David Lynch de kendi oluşturduğu dünyaları “garip dünyalar” diye tanımlıyordu. Bu dünyalarda yer almayı, içinde gezinmeyi seviyordu. Lynch filmlerinde gerçekten ilginç dünyalarla baş başa kalırsınız. İster içine girin, isterseniz sadece deneyimleyin. Beğenip beğenmemenizden bağımsız, bu dünyaların nasıl oluştuğuna dair derin bir merak duyacaksınız.
1987’de, Blue Velvet yayınlandıktan bir süre sonra, BBC tarafından David Lynch’in sürrealizm üzerine bir otorite olduğu kabul edildi. Fikirleri yakalamak, diyordu Lynch; “Tüm mesele fikirleri yakalamak!” Filmlerinde verdiği rahatsızlık hissi, her türlü fikri yakalamayı çok iyi başarıyordu.
1977’de Eraserhead yayınlandığında, filmden çıkan kalabalıktan gelen tepkiler karmakarışıktı: “Korkunçtu”, “Gördüğüm en garip şeydi”, “Her saniye bir şeyler olmasını bekledim ama olmadı!” Geleneksel anlatının yarattığı etkiydi bu. Bazıları filmde “bir şeyler” olmasını beklemişti fakat hiçbir şey olmuyordu. Kalablıktan yükselen bir ses, David Lynch’in ne denli büyük bir iş başardığını gözler önüne serecekti: “Oturup bir süre üzerine düşünmem gerekiyor.” İşte, tüm mesele buydu. Her şey fikirlerle ilgiliydi. Film üzerine pek çok yorum yapıldı. Büyük kent görüntüleri ve endüstriyel göndermelerin “kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığına” işaret ettiği söylendi. Oysa Lynch, Edward Hopper’ı çok seviyordu ve ondan büyük ilham almaktaydı. Kent estetiği, fabrikalar ve bacadan çıkan dumanlar ilgisini çekiyordu. Kapitalizme gönderme yapıp yapmadığı bile belli değildi!
Inland Empire filminde Laura Dern’in oyunculuğunun ödülü hak ettiğini düşünen Lynch, Hollywood’da La Brea’nın köşesinde yol kenarına bir sandalye atıp yanına bir inek ve filmin posterini alarak oturdu. Merak edip yanına gelenlere: “Herkes parayla sorun çözüyor, benim param yok. Herkesin devamlı reklam görmekten sıkıldığını düşünüyorum. Burada, ineğimle birlikte harika bir insan grubuyla tanışıyoruz.” diyordu. “2006’nın en iyi oyuncusunu izlemek istiyorsanız, filmime bakın!”, “Peynir yapmak için süt gerekir, anladınız mı?”
Her Şey Fikirlerle İlgili
David Lynch için bir fikir ‘üretmek’ (o asla “üretmek” demezdi, “Fikirleri biz üretmeyiz, sadece yakalarız. Tıpkı balık tutmak gibi.”) aşık olmak gibiydi hatta belki aynı şeydi. Sokakta yürürken çok güzel bir kız görürsünüz, bir süre bakarsınız ve bingo! Aşık oldunuz. Neden? Nasıl? Ne sevgiliniz bunu bilir ne de siz. Bulmaya çalıştığınız her mantıklı düşünce, yürüttüğünüz her mantık aynı noktaya çıkar: Bilmiyorum. İşte David Lynch için hayatın anlamı da buydu. Bilmediğimiz şeylere karşı hissettiğimiz korkunun yaratıcılığına hayrandı. Her şeyin anlamı olmamalıydı, olamazdı da zaten; hayatın bir anlamı var mıydı ki? Bu noktadan hareketle, onun filmleri hayat gibidir. Bazen hayatı anlatır, bazen de hayatı taklit eder. Karmakarışıktır. Bazen ne olduğu hakkında en ufak bir fikriniz olmaz, sadece tecrübe edersiniz. Hayatın mantıksız olduğunu kabul eden insanlar, bazı sanatçıları mantıksız eserler üretmekle suçlamaktadır. Bu suçlamalar yersizdir. Sanatçı, oluşan fikirleri tutup kendine çekmiş ve insanlara anlattığı için neden suçlu olsun!
Ona göre anlam her zaman ve her yerde subjektifti. O istedi diye böyle olmuyordu, zaten böyleydi. Kendi zihninden taşan düşünceleri yakalıyor, birleştiriyor ve bir dünya yaratıyordu. İzleyenlerin onun düşündüğünü düşünmesini beklemiyordu. Hollywood’a en büyük eleştirisi de bu noktadaydı. “Seyirci bir şeyi anlamadığında hemen telaşlanıyorlar.” diyordu, “Bırakın da anlamasınlar.” Bir şeyin anlaşılmamasının yaratıcılık denen şeyin ta kendisi olduğunu düşünüyordu. Herkesin kafasına dönen düşünceler, şeylerden çıkardığı anlamlar kendine özeldir. O, bunu doğru tespit etmekle kalmıyor, sinemanın tamamiyle bunun üzerine kuruluğu olduğunu düşünüyordu. Ve tabii resim ile fotoğrafçılık da bundan çok farklı değil.
Ressam Olarak Lynch
David Lynch, sinemaya ilgi duymadan önce film yapmak hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Hayatı boyunca sahip olduğu bir tutkusu vardı: Resim yapmak. Öyle bir tutkuydu ki bu, sinemaya atıldığı ilk zamanlarda filmleri “resmin hareket etmesi” olarak tanımlayacaktı.
Lynch için yaratıcılığın ne kadar önemli olduğunu kavramanız için bir örnek vereceğim. Resim konusunda bu kadar tutkulu olmasına rağmen o, renklerin çok kısıtlayıcı olduğunu düşünmektedir. Renkle ne yapacağını bilemez, çözümü içine biraz siyah ekledikten sonra bulur. Siyah, hayallerin rengidir. Hiçbir renkle kıyaslanamaz bir güce sahiptir. Derinliği vardır. Siyah renge baktıkça en büyük korkularınızı, en sevdiğiniz şeyleri görmeye başlarsınız. Zihin dediğimiz şeyin maddi alemde karşımıza çıkışıdır adeta. Küçük bir kaçış deliğidir. Siyahın tek işlevi, anahtar görevi görmesidir. Bakarsınız ve sonrasını zihniniz halleder. Yolculuğunuz başlar.
Resim üzerine düşünmesiyle ürettiği bu fikir, sinemasına da yansımıştır. Sinematografisinde siyahın derinliğini bizzat kullanmıştır. Bu yeterli gelmediyse, Eraserhead’de Henry Spencer’ın radyatörün karanlığında kendi korkularını görmeye başlaması bize bu kullanımı çok net şekilde gösterir. Eraserhead üzerine çok konuştuğumun farkındayım. Ana akım tarafından pek öne çıkarılmayan bir başyapıt olduğunu düşündüğümden dolayı siz değerli okurlarımızda izleme hevesi uyandırmayı amaçlıyorum. Maruz görürsünüz umarım, izledikten sonra dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.
Onun resimlerinde, genelde gördüğümüz şey korkulardır. Francis Bacon’a büyük bir hayranlık duyar. Bunu resimlerinde çok net şekilde görürüz. Ama Bacon’dan ayrıldığı bir nokta çok net şekilde ayırt edilir: Lynch, korkuları anlatırken Bacon kadar direkt davranmadı. Ona göre, acıyı anlatmak için yaşamak veya yaşayan biri gerekmez. Bu sebeple, korkuyu göstermek yerine hissettirmeyi amaçlamıştır. Karanlıkta kaybolmamızı, zihin fenerimizi yakmamızı istemiştir. Kendi korkularımızla yüzleşmeyi ve bundan mutluluk duymamızı amaçlamıştır.
Hata yapma özgürlüğü, resim sanatını öne çıkaran en önemli şeydir. Hata yapma özgürlüğünün verdiği rahatlık, büyülü şeyleri yakalamaya olanak sağlar. Lynch, annesinin ona boyama kitabı vermeyerek hayatını şekillendirdiğini söylüyor. “Boyama kitapları yaratıcılığı kısıtlar.” diyor. Tıpkı renkler gibi. Sizi belirli bir şey üzerine düşünmeye iter. Fakat düşünceler sadece serbest bırakıldığında kullanışlıdır.
“Müzik Yapıyorum Fakat Müzisyen Değilim”
Baştan beri sinemasını etkileyen faktörlere az da olsa değindik. Bunlardan en büyüğü, ses dizaynına olan muazzam ilgisidir. Bu başlıktan hemen sonra ses dizaynı ve sinemasına değineceğim. Bundan önce müziğe olan ilgisine değinmeyi sanıyorum ki sizler de mantıklı bulacaksınız.
David Lynch, kendisini bir müzisyen olarak tanımlamıyor. Bundan dolayı ısrarla “müziğe olan ilgisi” demek istiyorum. O, müzik yapar fakat müzisyen değildir. Bazı şarkılarını dinlerken ne olduğunu pek anlamazsınız. Ne tesadüf ama! Önceki anlattıklarıma ne kadar da benziyor değil mi?
Şarkıları size bir şeyler hissettirmeyi amaçlar. Ama belirli bir hissi hissettirmeye çalışmaz, bir şeyler hissetme yetinizi harekete geçirmenizi amaçlar. Normalde bir arada tahmin edemeyeceğiniz sesler, melodiler onun şarkılarında bir arada olur. Zihin böyledir çünkü, tahmin bile edemeyeceğiniz her türlü düşünce zihninize her an düşebilir. Grotesk tarzın müziğe en şiddetli yansımalarındandır, Lynch.
Caz, ona göre, deliliğe en yakın olan şeydir. Buradan hareketle ortaya çıkan Rock’n Roll da onu müziğe heveslendiren şey olmuştur. Elvis Presley’e büyük hayranlık duyar. Tüm bunlara rağmen, birçok şarkının hiçbir şey yapmadığını düşünür. İnsanlar da onun filmleri hakkında böyle düşünmüştü değil mi? Ne tesadüf! O da herhangi bir dinleyici gibidir, sevdiği şarkılar ve sevmedikleri vardır. Ama bu farklılığa büyük bir hayranlık duyar. Herkesin başka bir şeyi sevmesi, her zaman çok ilginç gelmiştir ona.
Dinleyicinin kendinden geçmesini sağlamayı ister. Belki dinlerken, belki de dinledikten sonra. Müziğin dinleyicinin rüyalarıyla ilişkilenmesini ister.
Ses Dizaynı Her Şey Midir?
Lynch’in ses dizanıyla olan ilişkisi, sinema salonlarının ortaya çıkmasıyla başlıyor. Her şeyden önce, onun bir sanatsever olduğu unutulmamalıdır. Yani, müzik bölümünde de gördüğümüz gibi, sadece üretim kısmında değil tüketen olarak da sektörün içindedir. Ona göre sinema salonlarının tiyatro salonlarından veya diğer performans sahnelerinden ayrılan yanı, devasa ekranlar ve büyük hoparlörlerdir. Ve hoparlörler kesinlikle ekrandan daha önemlidir. Sinema salonları, yapısı gereği seyirciyi atmosferin içinde boğmak için tasarlanmıştır. Filmler gürültülü olmalıdır. Bir hikaye sizi çevrelemeli, etrafınızı sarmalıdır. Sinema salonları bunu başarabilecek potansiyele sahiptir, bu fırsatın gürültülü filmlerce değerlendirilmesi gerekmektedir. Rüyanın içine girmek bu şekilde mümkündür. Lynch, adeta bir rüya fabrikasıdır.
David Lynch’in endüstriyi, fabrikaları ve insan ürünü şeyleri sevdiğinden bahsetmiştik. Ses dizaynında kullandığı ürünler de genelde buradan hareketleniyor, özellikle erken dönemde. Örneğin, Eraserhead’de endüstriyel sesler hakimdir. Rahatsız edicilik bu sayede tavan yapar, seyircinin hem uyanık olması sağlanır hem de kendi şiirini yazması için fırsat tanınır. Rahatsız edici her şey, muazzam bir şiirdir. Muazzam şiirler de rahatsız edici olmaya müsaittir. Tıpkı 60’lar Amerikan müziği gibi. Fakat bunları klasik şiirden ayıran şey herkesin kendi sözlerini yazmasıdır. Örneğin, 60’lar müzikleri gerilimi anlatmaz fakat insanları germek konusunda birçok efektten daha başarılıdır (Hitchcock esintilerine daha sonra değineceğim.). Rahatsız edici şeylerden korkmak insanların en büyük hatasıdır. Dünya zaten rahatsız edici, mantıksız ve karanlıktır. Lynch, filmlerinde insanları karanlığa atıp oradan çıkmalarını görmeyi çok sevmektedir. Onun filmleri, seyircinin yaşamın karanlığından çıkma mücadelesinde bir destekleyici konumundadır.
David Lynch’in sinema üzerine eğilmesi de sesle ilgilidir. Lynch, bir gün güzel sanatlar okulunun (PAFA) bahçesinde resim yaparken, durur ve resmine bakar. Rüzgarı hissederken sigarasından bir duman çekmiş ve rüzgar sesini duymaya başlamış. O anda tablodaki ağacın hareket ettiğini hissetmiş. Bu hikayeden de anlayabileceğimiz gibi, ses adeta görüntüyü oynatan şeydir.
Kısa Film Denemelerinde Ses Dizaynı
1968’deki The Alphabet adlı filminde sesin önemini çok net şekilde görüyoruz. Çok erken dönemler olmasından dolayı ortam sesi yok. Fakat bunun bir tercih olduğu açık. Görüntüdeki karakterin her hareketi, arkadaki efektlerle destekleniyor. Efektler mümkün olduğunca rahatsız edici. Bu film, tam anlamıyla bir rüya gibi hissettiriyor. Rüyalarda olabilecek kadar dar bir oda, bembeyaz kız ve anlamsız hareketler. Ardından görüntüler daha da karmaşık hale geliyor. Kemanla yapıldığı tahmin edilen efektler olmasa, bu görüntüler çok başka şekilde bile yorumlanabilirdi.
2002 çıkışlı Rabbits kısa filmi, günümüz dünyasındaki yaşamlara çok iyi şekilde ayna tutuyor. Durum komedisi parodisi şeklinde ilerleyen film, adeta bir ev ritüelini anlatıyor. Birkaç tavşanın ev yaşamını izliyoruz. Kesintisiz ilerleyen bu yaşam, sürekli bir arkaplan sesiyle destekleniyor. Gerçekten de, televizyon kapalıyken evde oturup sesleri dinlediğinizde hayatınızın bu filmle ne kadar benzeştiğini hissedeceksiniz. Televizyon demişken, tıpkı her birimizin hayatlarında olduğu gibi bu filmin de sessizliğini ve durağanlığını televizyonun yapay mutluluk sesleri bozmaktadır. Durağanlık ve yabancılaşma had safhada hissedilmektedir.
2004’te yayınladığı Bug Crawls, bir evin tepesinden tırmanan bir böceği gösteriyor. Filmin durağanlığı ve bir böceğin hareketleri gibi yavaş ilerlemesi, düzenli arkaplan sesiyle birleşince gerilimi çok yüksek seviyelere taşıyor. Seslerin döngüselliği, tıpkı görüntüde olduğu gibi çok önemlidir. İleride değineceğim.
2002’de yayınlanan Darkened Room, bir kızın bilinçaltına ettiğimiz yolculuğu anlatıyor. Belirli olaylar sonucunda kızın düşüncelerindeki kaotik, çaresiz haykırışlar insanın yüreğini burkuyor. Ancak, kızın bir yere kadar hiç konuşmadığını belirtelim. Film, kız konuşana kadar göğsünüzde o rahatsız edicilik hissini çoktan hissettiriyor. Bunu yapabilmesi yine düzenli arkaplan sesi ve yerinde efektler sayesinde. Durağan görüntüler, korku unsuruna ustaca çevrilmiş. Psikanalitik derinliği de filmin cazibesini ayrıca artırıyor.
Ve bu bölümün kapanışını en önemli eserlerinden olan Twin Peaks ile yapalım. Kırmızı odaya geçilmeden önceki sahnede, yine yoğun bir arkaplan sesini görürüz. Fan sesleri, gerilimi tırmandırmakla beraber modern hayattan alışık olduğumuz sesler olması sebebiyle güven-korku çatışmasını bizlere yaşatır.
Hikayelere Bakış Açısı ve Sineması
David Lynch’e göre bir hikaye, çatışma olmadan var olamaz. İyinin var olması için kötünün gerekmesi gibi, hikayeler de çatışmalar ve karşıtlıklar üzerine kuruludur. Yaşamın inişleri ve çıkışları nasılsa hikaye de öyle olmalıdır. Hikayeler, insan mücadelesini anlatmalıdır. Fakat hikayelerinin odağı hiçbir zaman insanlar olmamıştır. İnsanlardan, kişiliklerden ve ilişkilerden daha yüksek problemleri vardır hikayelerinin. Karakterlerin ilişkileri, daha büyük problemleri anlatabilmek için birer tuval görevi görür. Blue Velvet filminde çayırlığın içinde görülen çürümüş insan kulağı, karşıtlıkların net ve ikonik bir ifadesidir.
Ona göre hikayeler acıyı anlatmalıdır. Acıyı ve buna benzer tüm duyguları. Ancak, sanatçı bu duyguları yaşamayabilir. Hissedebilmesi ve anlayabilmesi yeterlidir. Seyircinin, bir hikayenin her kısmında kendi nasılsa öyle anlaması gerekir. İzleyici nasılsa film de öyledir. Aynı görüntü, farklı anlamlara müsait olmalıdır.
Hikayeleri sadece acıyı konu almaz. “Acı” derken kasıt, en büyük arzulara ulaşamamanın getirdiği çöküntüdür. Lynch, insanın en büyük arzularını cesurca işlemekten açla kaçınmaz. Seyircinin Lynch filmine giriş yapması, en büyük acılarıyla yüzleşme yoluna girmesiyle aynı şeydir. Sahneler absürtleştikçe, filmin akışından koparak kendi zihninize odaklanmaya başlarsınız. Lynch’in sahneleri, onun zihnini temsil ederken sizin zihniniz kendi filminizi oluşturur. Özellikle Lost Highway bu konuda muhteşem bir örnektir.
Rüyayla Gerçeğin Birbirine Karışması
David Lynch’in rüyalarla ne kadar ilgili olduğundan çok kez bahsettim. Şimdi bunu biraz açmak istiyorum. Lynch filmlerinde her zaman gördüğümüz şey gerçekle hayalin ayırt edilememesidir. Karakterin ne yapacağı, bir sonraki sahnede ne olacağı net değildir ve bununla beraber gördüğümüz şeylerin yaşanıp yaşanmayacağı kesin değildir. Örneğin Mulholland Drive’da filmin olay örgüsünü belirleyen en kritik sahnede 3-4 kez geri sararak ne olduğunu anlamaya çalışmıştım.
Lost Highway’in pek meşhur ikonu olan garip gülüşlü adam da tıpkı aynı etkiyi yaratır. Bu adam gerçek midir, yoksa karakterimizin zihnini mi görmekteyiz? Bunu anlamak mümkün değildir. Filmin sonlarına doğruysa her şey bambaşka bir boyuta evrilmektedir. Ne olduğuna detaylıca girmemem gerektiğini düşünüyorum.
En ünlü filmlerinden bir diğeri olan Blue Velvet ise daha açılış sahnesinde bile şaşkınlık yaratmayı başarmaktadır.
Bunlara ek olarak, Mulholland Drive ve Blue Velvet filmlerinde gördüğümüz sirk ve burlesk olarak adlandırabileceğimiz bölümlerin kurgusu muhteşemdir. Özellikle Mulholland Drive’ın bu konuda ağzımı açık bıraktığını söylemeliyim.
Karakterleri
Lynch filmlerindeki karakterler genelde birbirine benzer çizgide ilerlese de tek tek incelenmeleri, onun profilini daha iyi keşfetmemizi sağlıyor. Örneğin, daha önceki bölümlerde Lynch’in bir sanatçıdan beklentisinin empati yeteneği olduğunu söylemiştim. The Elephant Man filminde bu çok net şekilde ortaya konmaktadır. Hasta ve deforme John Merrick ile yoğun bir empati kurmamız sağlanmıştır. Lynch bu filminde, yaşamına engel olacak derecede hasta ve mağdur durumda olan bir insanın gerçekten ‘insan’ olduğunu hissettirmiştir.
Lynch, absürt olan her şeyi çok sevdiğini defalarca dile getirmişti. Martin Esslin’in “absürt tiyatrosu” 1961’de “mantıklı” anlatım tarzına karşı çıktı. İnsanın içinde bulunduğu durumun nasıl olduğu, nereden geliştiği veya ne kadar absürt olduğundan bahsetmeyi reddetti. İnsanın içinde bulunduğu absürt durum, sadece seyirciye sunuldu ve üzerine hiçbir tartışma yapılmadı. Lynch sinemasında bunun etkilerini net şekilde hissedebiliriz. Grotesk şiddet ve mizahı çok kullanır, Lynch. Bu, hem karşıtlık kullanımının hem de absürdizmin muhteşem bir örneğidir. Yoğun şiddet içeren bir görüntüyü tekrar tekrar izlerseniz gülmeye başlarsınız, der Lynch; gülmeye başlarsınız çünkü size absürt gelmeye başlar. 60’lar Amerikan müziğiyle grotesk şiddeti birleştirdiği sahneler, Lynch’i belki de en iyi anlatan sahnelerdir. Mulholland Drive’da Adam Kesher’ın evinin basıldığı sahne tekrar tekrar izlemeye değerdir. David Lynch’in mizah kullanımı böyle sahnelerde kendini göstermektedir. The Cowboy & The Frenchman filminde de Slim’in sağırlığı defalarca dile getirilir, garip cümleler sürekli kurulur. Bu, absürt mizahı çok iyi yansıtır.
Fellini Esintileri, Kubrick Belirsizliği ve Buñuel İkiliği
Fellini’den Etkilenmesi
David Lynch’in en hayranlık duyduğu yönetmen açık ara Federico Fellini’dir. İki ustanın ortak noktası, şüphesiz ki filmlerinin her anında rüyada gibi hissetmemizdir. Hiçbir zaman net bir fark göremiyoruz. Neyin ne olduğu anlayamıyoruz. Rüyayla gerçek arasındaki geçiş, zihnimizde olur. Film bu konuda bize hiç yardım etmez. Büyünün bozulmaması, film bittikten sonra bile üzerine düşünmemizi sağlar. Filmin sonunda yönetmen bize olan biteni açıklamış gibi görünse bile güvenip güvenmemek bizim elimizdedir. Filmlerin gerçek hikayesi de bu şekilde herkesin kendine özel birer tecrübesi haline gelir.
Sirk ve burlesklere olan ilgisi de Fellini’yle benzer bir özelliğidir. Fellini’nin filmlerinde burlesk dans eden kadınlara sıkça rastlarız. Lynch de birçok kez buna başvurmuştur. Hatta burlesk ilgisi o kadar fazladır ki Paris’te Mulholland Drive filmindeki burlesk kulübüyle aynı ismi taşıyan bir kulüp açmıştır. Her an oluşan tedirginlik hissi ve hiçbir zaman net bir tehdit olmaması da benzer özelliklerden sayılabilir.
Lynch ve Kubrick’in Karşılıklı Hayranlıkları
Öncelikle efsane yönetmen Stanley Kubrick’in David Lynch’in yaptığı işe hayranlık duyduğunu belirterek başlamak istiyorum. Kubrick, Eraserhead’in sıkı bir hayranıydı. The Shining filmini çekmeden önce oyuncuları istediği ruh haline sokmak için defalarca Eraserhead izletti. Meşhur Eraserhead bebeği de Kubrick’in merakını cezbediyordu. Lynch’e birçok teklif yaptı fakat Lynch sırrını açıklamadı. Maalesef aramızdan ayrılmasıyla birlikte Eraserhead bebeğinin sırrını öğrenme şansımızı da kaybettik.
Aralarındaki benzerliklere gelelim. Hem Kubrick hem de Lynch, müziğin insanları kendinden geçirme etkisinin farkındaydı. Bunu sıkça kullandılar. Kubrick daha çok klasik müzik tercih ederken Lynch, Amerikan müziğini tercih etmektedir -daha önce de bahsetmiştim. Twin Peaks’in meşhur kırmızı odasının tasarımında gördüğümüz desenli halıların Kubrick esintisi olduğu barizdir.
İki usta isim arasındaki en belirgin ve etkileyici özellik bana göre gizemi korumak konusundaki ısrarlarıdır. Kubrick’in The Shining’inde gördüğümüz şeylerin birleşimi bize bütün halinde iyi bir film izletmeyi başarmıştır fakat ne olduğu hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur. Jack hakkında konuşmuyorum. Küçük Danny’nin otel görevlisi ile arasında ne geçtiğine dair sadece bazı tahminlerimiz var. Danny ve Jack arasındaki ilişki de keza öyle. Ortada büyük bir gizem olduğu bariz fakat bu gizemle ilgili sadece akıl yürütmelere sahibiz, yönetmen elimizden tutup hikayeyi bize göstermiyor. Overlook Oteli, gizemini hala koruyor. Bunun yanında, Lynch’in gizem sevdasını zaten uzun uzun anlattım. Az önce de dediğim gibi, Eraserhead bebeğinin neyden oluştuğuna dair hala bir fikrimiz yok ve artık David Lynch aramızda değil. Sanırım bu bazı şeyleri açıklamak yeterli. Meşhur kırmızı odanın gizemi de buna bir örnektir.
Diğer bir benzerlik de döngüselliktir. İnsanların Overlook Oteli’ne tekrar neden döndükleri ve kırmızı odaya neden gidildiği birbirine benzer gizemlerdir. Six Men Getting Sick adlı filminde Lynch’in döngüselliğe olan merakını görebiliriz. Bu, sonralarda sonralarda ses dizaynı olarak da kendini gösterdi.
Luis Buñuel Benzerliği Üzerine Bir Tahmin
Sürrealizmin iki çok önemli ismi arasında bir bağlantı olması tabii ki kaçınılmaz. Bunu bir tahmin olarak adlandırmamın sebebi, bu konu üzerine net bir şey okumamış olmam. Luis Buñuel’in Cet obscur objet du désir isimli filminde Conchita karakterinin iki farklı oyuncu tarafından canlandırılması ve karakterin ruhundaki -ya da Matheiu’nun düşüncelerindeki- ikiliğe işaret etmesi pek meşhurdur. Hatta iki oyuncu arasında kararsız kalındığı için böyle bir karar verildiği de bilinmektedir. Bunun David Lynch’in bazı hikayelerini etkilemiş olması mümkündür. Hangi filmlerini olduğunu, gizemi kaçırmamak için söylemiyorum fakat zaten bu yazıda çok kez bahsettiğim ünlü filmlere bakmanız yeterlidir.
David Lynch Filmleri’yle Bir “En” Sıralaması
Sinema üzerine okuma yapmayı pek sevmeyen fakat film izlemekten hoşlanan okurlarımız olması muhtemeldir. Bu bölümü, hem onların da yazıda kendilerinden bir şey bulabilmesi hem de Lynch’e edeceğimiz vedanın onun eserlerini yücelterek olması amacıyla yazıyorum.
David Lynch filmlerini “en iyi” veya “en kötü” şeklinde sıralayan listeler çok kez yapıldı. Bunların hiçbirinin Lynch hakkında sağlam fikirler verdiğini düşünmüyorum. Onun filmleri, birer tecrübedir. İyi ve kötü olmasından bağımsız, size bir dünya sunar ve onun içinde gezintiye çıkar. Bana göre bu özellik onun eserlerini iyi ve kötü kavramlarından bağımsız bir konuma oturtmaktadır. Listeyi kategorik olarak düzenlemeyi uygun gördüm. Lynch filmografisinde herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum. Açılışı, yazının genelde iç karartıcı varsayılan konular üzerinde gezinen havasını dağıtmak için eğlenceli bir filmle başlayacağım. Ama bundan önce, içeriğimizin yazınsal anlamda kapanışını yapmak istiyorum.
Sanat tarihi, birçok büyük ressam ve yönetmen gördü. Her filminde yeni şeyler deneyen, yeni keşiflerde bulunan bir yönetmene ise çok nadir rastlandı. David Lynch o kaşiflerden biriydi. Her filmi, yeni bir ufuk açtı. Resimleriyle sürrealizmin doruklarına ulaştı ve bunu sinemaya muhteşem şekilde uyarladı. Sektörün ilerlediği yönün tersine yüzdüğü söylendi, aslında o her zaman kendi yolundaydı. Onu biricik yapan özelliği, seyircinin zihniyle sadece oynamakla kalmayıp onu çalıştırmayı amaçlaması. Düşünün, düşündürün, farklılıkların tadını çıkarın ve insanları sevin. Herkesin aynı olmasına veya bazı şeylerin anlaşılmasına gerek yok. İçimizdeki barış, dünya barışına ulaşma yolunda tek ihtimaldir. Öğrettiğin her şey için teşekkürler. Mirasın hiçbir zaman unutulmayacak, büyük usta David Lynch.
Yazarın Seçimi: Eraserhead
Benim için Eraserhead’in yeri her zaman ayrıdır. İlk izlediğim David Lynch filmi olması sebebiyle yeri çok özel. Fakat sadece bu değil. Yabancılaşmayı ele alış biçimi ve yansıtışı, aşk ilişkilerine yaptığı cesur analizler ve tattırdığı yalnızlık hissiyle beraber tam bir Lynch filmi. Aynı zamanda David Lynch’in ilk uzun metrajlı filmi. Eraserhead, sadece benim için değil Lynch için de ayrı bir yer tutuyor. Eraserhead’in en spiritüel filmi olduğunu fakat kimseyi inandıramadığını söylüyor, büyük usta. Henry Spencer, sevgilisinin ailesiyle tanışmak için evlerine gider. Çeşitli olaylar yaşadıktan sonra sevgilisiyle beraber yaşamaya başlarlar. Henry’nin mutant bir çocuğu olur ve film bize uzun bir kabusu izletir.
En Eğlenceli: The Cowboy & The Frenchman
Bu film, birçok Lynch hayranının gözünden kaçmıştır. Tarz olarak daha önce gördüğümüz Lynch filmlerine benzemez. Bu sebeple Lynch imzası görünce şaşırılması doğaldır. Fakat bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyorum. 25 dakikalık kısa süresiyle hem hızlıca izleyebileceğiniz bir içerik hem de “David Lynch’in gözünden Fransızları” görmenizi sağlayacak bir eser. The Cowboy & The Frenchman, kovboy temasıyla komediyi tadında birleştiren bir film. Müziğin kullanımı gerçekten çok iyi. Mizah unsurları sizi kendine çekmese bile müziğin kullanımı bu açığı kapatıp keyif almanızı sağlayacaktır. Amerikan kültürüne yöneltilen eleştiri de gayet tadında ve eğlenceli. Absürt öğeler her zamanki gibi yerini alıyor. Gerçekten eğlenceli bir tecrübe. Kovboy temasını sevenler için daha da hoş! Ekibin başı olan Slim, çocukluğunda kulağının yakınında mermi patladığı için neredeyse hiç ses duymamaktadır. Bir Fransız’ın üç kovboy tarafından yakalanması ve zamanla kaynaşmaları anlatılıyor.
En Duygusal: The Elephant Man
The Elephant Man, gerçekten duygusallığı zirvede yaşatacak bir film. Hikayenin ana karakteri John Merrick, fiziksel olarak deforme olmuş hasta bir bireydir. Kafasının ilginç şekli, insanların ilgisini çekmektedir. Bundan dolayı zorla sirkte çalıştırılmakta ve şiddet görmektedir. Bir gün onu keşfeden bir doktor, hem hastalığını araştırmak hem de onu kurtarmak amacıyla John’u hastaneye yatırır. Finalini izledikten sonra bir süre oturup düşüneceğiniz bir film. Toplum tarafından hor görülen bir bireyle empati kurdurmayı gayet iyi başarıyor.
Başyapıt: Mulholland Drive
2000’li yılların klasiği, muhteşem bir film. Rüyayla gerçeğin belirsizliği sizi cezbedecek. Betty, Hollywood yıldızı olma hayalleriyle yanıp tutuşan genç bir kızdır. Seçmelere katılmak için Los Angeles’a gider ve bir süre teyzesinin evinde konaklamak için eve yerleşir. Betty’nin eve geldiği sabah, geceyi çalılıkların arasında uyuyarak geçirmiş bir kadın bahçede yatmaktadır. Bu kadın filmin başında Mulholland Çıkmazı’ndaki kazadan sağ çıkan tek kişidir. Kadın evi boş sanıp girer ve Betty ile karşılaşır. Ona hikayesini anlatmaya başlamasıyla beraber hikayenin içine gireriz. Finalini gördükten sonra kağıt-kalem alıp olay örgüsünü çözmeyi düşündürtecek kadar karmaşık, bir o kadar akıcı. İkonik müzikleri ve sahneleriyle Mulholland Drive, 21. yüzyılın en iyi filmlerinden biri!
Klasik: Blue Velvet
Öyle tahmin ediyorum ki, sinemayla az çok ilgili herkesin en azından burleks sahnesini gördüğü bir filmden bahsediyoruz. 80’li yıllardan insanın en derin arzularına bir sesleniş. Tam anlamıyla kült bir film. Babası hastaneye kaldırılan Jeffrey, babasının dükkanını idare etmek için memleketi Lumberton’a döner. Evinin yakınlarındaki çayırda gezerken kesik ve çürümüş bir insan kulağı bulur. Daha fazla şey öğrenmek isteyen Jeffrey, polisin uyarılarını dinlemez ve yanına Sandy’yi de alarak memleketinin karanlık dünyasına doğru bir yolculuğa çıkar.
En Ürpertici: Inland Empire
Çekim teknikleriyle korkuyu iliklerinize kadar yaşamanızı sağlayacak bir film. Konusunun da çok ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda deneysel bir kimlik taşıyan film, tamamlanmış bir senaryosu olmadan çekilmesiyle sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sahneler Lynch tarafından bazen çekimlerden hemen önce bazen de aynı akşamı yazıldı. Ününü kaybetmiş eski bir film yıldızı olan Nikki, yeni bir filmde bir rol için seçilir. Ancak, Nikki gittikçe oynadığı filmin içinde kaybolmaya başlar. Karakteriyle kendisi arasındaki paralellikler artmaya başlar. Hayatının oynadığı filme başladığını fark eden Nikki, içine sıkıştığı film hakkında yeni şeyler öğrenmeye başladıkça işler daha da karmaşık bir hal alır.
En Sürükleyici: Lost Highway
Fred Madison, bir gece kulübünde saksafon çalarak geçimini sağlamaktadır. Karısının onu aldattığına dair çok şiddetli paranoyası vardır. Bir gün Fred ve eşi, içinde evlerinin dışarıdan çekilmiş görüntüsü bulunan bir paket alır. Buna pek anlam veremeyen çift, bu sefer yatak odalarının görüntüsünü içeren bir kaset daha alır. Ertesi gün kendisinin tanımadığı fakat eşinin arkadaşı olan birinin partisine gider. Partide, garip suratlı bir adam Fred’e onu tanıdığını söyler ve evi aramasını ister. Fred evi aradığında partide karşısında duran adam telefonu cevaplar ve konuşmaya başlar. Gizem, suç ve korkularla dolu bir hikaye.
Altın Palmiyeli: Wild at Heart
Genç ve asi aşıklar Sailor ve Lula, Lula’nın annesinin tuttuğu tetikçilerden kaçarken çeşitli olaylar yaşar. Tam bir Lynch filmi. 1990 yılında David Lynch’e Cannes Film Festivali’nin en büyük ödülü olan Altın Palmiye’yi kazandırmıştır.
İzlemeye Değer
The Straight Story: Yavaş ilerleyen ama tatmin edici bir hikaye, türü sevenleri memnun edecektir.
Dune: Meşhur Dune serisinin David Lynch yorumu mutlaka izlenilmeli.
Kısa Film Önerileri
The Grandmother (1970)
Aile içi şiddetten kaçarak bir ağaç diken çocuğun hikayesi. Çocuğun kurtuluşu, ortaya bir babaannenin çıkmasıyla görünüyor. Kabusu andıran film, rüyadan uyanmış gibi hissettiriyor. Özellikle ortam ışıklandırması çok ilginç.
Six Men Getting Sick (1967)
Altı tane adam, altı kez kusuyor. Arkada ambulans sirenleri duyuluyor. Önceki bölümlerde anlattığım, Lynch’in resim yaparken hissettiği rüzgar ve resmin hareket etmesine dair isteğinin oluşturduğu bir film.
Rabbits (2002)
Durum komedisi parodisi şeklinde ilerleyen film, adeta bir ev ritüelini anlatıyor. Birkaç tavşanın ev yaşamını izliyoruz. Kesintisiz ilerleyen bu yaşam, sürekli bir arkaplan sesiyle güçlendiriliyor.
The Alphabet (1968)
Alfabenin harflerinin tekrarlanması ve canlanmasıyla ilerleyen bir kabus. Sürrealizmin dorukları.
Darkened Room (2002)
Bir kızın bilinçakışını izliyoruz. Karanlık olaylar sonucunda bastırmak istediği hislerinin bir anlatımını izliyoruz. Psikanalitik derinliği sağlam olan bir film. Atmosfer gerilimi çok iyi yansıtıyor.
Şarkılarından Oluşan Bir Seçki
Greek Jazz Albümü (özellikle Ballad For What Was) [Şiddetle tavsiye]
Bluebob Albümü (özellikle Mountains Falling ve 9.1.1)
Crazy Clown Time Albümü (özellikle Crazy Clown Time)
Twin Peaks: Season Two Music And More Albümü
Çizimlerinden Oluşan Bir Seçki
Boy Lights Fire (2011)
Woman with Dream (2007)
Man On Wire (1998)
Hello x (2013)
Efsane Eraserhead bebeğinin bir çizimi – Başlıksız (1970)
Fight With Myself (2013)
Kaynakça
- Hoberman, J. (2025, January 16). David Lynch, Maker of Florid and Unnerving Films, Dies at 78. The New York Times. [https://www.nytimes.com/2025/01/16/movies/david-lynch-dead.html]
- Nieland, J. (2012). David Lynch (Contemporary Film Directors) (1st ed.). University of Illionis Press.
- Dodson, W. (2011). David Lynch in theory. Screen, 52(3), 415–419. [https://doi.org/10.1093/screen/hjr029]