Bilimsel MakalelerSosyal BilimlerTarih

“Atatürk”ün Sonu Gelmeyecek Yolu; Arasız Devrimlerin Lideri

Yas ve gururun iç içe geçtiği bir destandır Genç Türkiye ve Atatürk’ün destanı. Çağların ötesinden yankılanan bir liderin adıdır Atatürk. Onun yolu; Türk milletinin var oluş mücadelesinin, yenilikçi ruhunun ve sonsuz ilerleyişinin bir haritasıdır.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlık ve kalkınma yolunda çıktığı destansı yürüyüşün önderiydi. Yeni vatan, yeni toplum ve yeni devlet inşa etme idealini yorulmak bilmeyen bir azimle, sarsılmaz bir inançla hayata geçirdi. Mustafa Fehmi Kubilay’ın şehit edilmesi, Atatürk’ün kalbine derin bir yara açmış olsa da, bu trajik olay kendisini durdurmaya yetmedi. Tam aksine, hem kendisinin hem de milletinin azim ve kararlılığını daha da pekiştirdi. Dahası Atatürk, Mustafa Fehmi Kubilay’ın şehit düşmesiyle birlikte, Türk milletinin bağımsızlığı ve onuru için her türlü fedakarlığa hazır olduğunu bir kez daha görmüştü. Bu inançla, devrimlerini yılmadan sürdürdü. Atatürk’ün son yılları, hastalığıyla verdiği mücadelelerle ve milletinin geleceği için duyduğu endişelerle doluydu. Buna rağmen, çalışma azminden ve liderlik ruhundan asla taviz vermedi. Son nefesini verene kadar, milletinin refahı ve mutluluğu için çabalamaya devam etti.

“Atatürk’ün Sonu Gelmeyecek Yolu: Arasız Devrimlerin Lideri” adlı yazımız, bir liderin biyografisinin son dokuz yılın ötesinde, bir milletin uyanışının ve bağımsızlık mücadelesinin hikayesidir. Bu yazımızda, Kubilay’ın şehit edilmesinden Atatürk’ün son nefesini vermesine kadar süren ve milletin hafızasında yer eden liderliğinin son perdesini ele alacağız. Nitekim konuyla ilgili daha derinlemesine bir okuma yapmak isterseniz, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan Türk Medeni Kanunu’na kadar uzanan süreci ele aldığımız “Yeni Vatan, Yeni Sosyete, Yeni Devlet; Mustafa Kemal’in Yolu” başlıklı yazımıza göz atabilirsiniz. Daha fazla benzer içerik için Tarih kategorimizi de inceleyebilirsiniz.

Mustafa Fehmi Kubilay

1902 yılında Girit’ten önce İzmir’e, burada beş ay kaldıktan sonra ve yedi ay sonra Kozan’a yerleşen Rençber Hüseyin Karavana ve Zeynep Hanım’ı çocukları Fatma, Demire ve Ali’nin ardından 15 Kasım 1906’da dünyaya geldi. Aile, 1912’de buradan tekrar İzmir’e, daha sonra akrabalarının bulunduğu Aydın’a göç etti. Burada ilk eğitimini alan Kubilay, 1919’da Yunan işgalinin ayak sesleriyle ailesiyle Antalya’ya göç etmiş ve kısa bir süre sonra babası hayatını kaybetmiştir. Antalya’daki Daru’l Muallimin’in üçüncü sınıfındayken okulun kapanması üzerine ailesiyle birlikte İstanbul’a gitti. Bu sebeple eğitimini burada sürdürdü. Tarih derslerine duyduğu ilgi ve Kubilay Han’a beslediği hayranlığı nedeniyle arkadaşları ona Kubilay lakabını uygun görmüştür. Böylece Mustafa Fehmi Kubilay olmuştur. Birkaç arkadaşıyla birlikte katıldığı inzibati bir hadiseden dolayı Bursa Muallim Mektebi’ne gitti. Buradan 1926’da diplomasını aldı.

Mustafa Fehmi Kubilay, "Atatürk"ün vefatıyla: "Menemen'i Yakın!" dediği asker
Mustafa Fehmi Kubilay. https://t.ly/P1VD8

1 Eylül 1926’da ilk görev yeri olan Aydın’ın Sultanhisar Mektebi’ne atanır. İki ay sonra Aydın’ın Gazipaşa Mektebi’ne geçer. Bu okulda tanıştığı öğretmen arkadaşı Fatma Vedide Hanım ile 1928’de evlendi. Sarayiçi Mahallesi’nde küçük evlerinde 10 Mayıs 1929’da oğlu Vedat dünyaya gelir. Ancak kısa süre sonra ortaya çıkan şiddetli geçimsizlik nedeniyle Kubilay boşanma davası açar. Daha sonra, Aralık 1929’da evlilik hukuken son bulur. Gazipaşa Mektebi’ndeki sicil kayıtlarına göre emaneten lüzum görülmesi üzerine 1 Ekim 1929’da buradan ayrıldı.

Menemen’deki Trajik Gün

Vedide Hanım Ayvalık’a, Kubilay İzmir Gaziemir’e tayin oldu. Burada, kısa süreli acemi birliğinden sonra İstanbul Harbiye Mektebi’ne dağıtımı yapıldı. Askerliğinin son bölümünü tamamlaması için Menemen’de bulunan 43. Piyade Alayı’na yedek subay olarak atanır. Kısa süre sonra öğretmenlik yapacağı Zafer Mektebi’neki göreviyle birlikte askerlik vazifesini sürdürür. Zaten olayın gerçekleştiği günlerde bir askeri tatbikat vardır. Kubilay aceleci davranarak birliğin silahlarındaki manevra mermilerini değiştirmeyi unutur. Kubilay kitap okumayı, spor yapmayı seven bir kişiliğe sahiptir. Spor olarak özellikle futbolu çok severdi. Bundan ötürü Menemen Türk Ocağı’nın himayesindeki spor faaliyetlerine katılırdı. Menemen Türk Ocağı’nda bir gün Atatürk’ e bağlılık ve Cumhuriyet’in erdemleri hakkında konuşulmuştur. Fakat konuşulan bu isyanın bastırılması için görevlendirilecek olan Kubilay, acele ederek mermi almadan hemen şehir meydanına yönelir.

Birliğini geride bırakıp isyancıların yanına gitmiş ve sonrasında vahşice katledilmiştir. Kalabalığın bu korkunç gösteriye alkışlarından ve komutanın katledilmesinden sonra etrafındakilerin açısından cesaret olan Derviş Mehmet katliamını şu şekilde açıklar: “Asilerin sonu böyle olur. Kan içmek haram ama bunun kanı meşru.” Derviş Mehmet böylece subayı ve iktidarı asi olarak nitelendirmekte. Kalabalık ise “artık hükümet yok” naraları atıyor. Kubilay’ın kana bulanmış kafası ile onların fikrince cumhuriyet öldürülmüştür. İsyan Derviş Mehmet’in “Bana kurşun işlemez.” sözleri arasında son bulmuş ve öldürülmüştür. Çatışmada ayrıca iki bekçi şehit olmuştur. Derviş Mehmet’i şu sözleri ile eşdeğer tutmaktadır: “Mehdi ölmez. Ona kurşun işlemez. Silah atmak pare etmez. Bizi öldüremezsiniz. Arkamızdan yetmiş bin kişi geliyor. Beni ateşe atın. Hz. İbrahim gibi alevin tesir etmeyeceğini ve ateşte yanmayacağımı göreceksiniz. Bu gece ne olacaksa olacak kıyamet kopacaktır. Kıtmir bizi kurtaracak.

Atatürk ve Türk Tarih Kurumu

Türk Tarih Kurumu, ülkemizde bizzat Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kurumların başında gelmektedir. Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığının, cihan tarihinde en eski çağlardan beri hakiki yerinin ne olduğunun ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun araştırılması gerektiğine inanmaktaydı.
İşte bu sebeple, 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün de bizzat katıldığı Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın son oturumunda, O’nun direktifleriyle, Âfet İnan tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tedkik etmek için hususî ve daimî bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu heyetin azasını seçmek salahiyetinin Merkez heyetine bırakılmasını teklif ederiz” denilmiştir.

Atatürk - Büyükada Ziyareti
Büyükada’yı ziyareti, İstanbul, 14 Temmuz 1927.


Atatürk, hayatının son dönemlerine kadar Kurumun çalışmalarıyla yakından ilgilenmiştir. Birçok defa çalışma planını kendisi tespit etmiş ve birçok toplantıya bizzat katılmıştır. Kendisisnin bu kuruma ve tarihe verdiği önem, 5 Eylül 1938’de düzenlediği vasiyetnâme ile İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirinin yarısını Türk Tarih Kurumu’na bağışlamasından anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ten sonra gelen bütün Cumhurbaşkanları da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu başkanları olmuştur. 25 Mayıs 1940’ta İçişleri Bakanlığı’nca onaylanan yeni cemiyetler kanununa göre yeniden düzenlenen tüzüğünün 2. maddesinde, Kurum’un Reisicumhur İsmet İnönü’nün yüksek himayeleri altında bulunduğu hükmü yer almış, 3. maddesinde de, “Maarif Vekili bu Kurum’un fahrî reisidir” denilmiştir. Kurum, Bakanlar Kurulu’nun 21 Ekim 1940 tarih ve 2/14556 sayılı kararnamesiyle “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” arasına alınmıştır. Türk Tarih Kurumu, tüzelkişiliğe sahip olarak, 7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dâhil edilmiştir.

Atatürk ve Uluslararası Tarih Kongreleri

Türk Tarih Kurumu bu dönemden itibaren de ilk kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarına devam etmektedir. İlmî araştırma ve yayınları yanı sıra, ilki 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde toplanan ve belli aralıklarla günümüze kadar XVII.’sini gerçekleştirdiği milletlerarası nitelikte “Türk Tarih Kongreleri” yapmaktadır. 20-25 Eylül 1937 yılında Dolmabahçe’de yapılan II. Kongre, uluslararası nitelik kazanmış, yabancı bilim adamları da bu kongreye katılmışlardır. Bu Kongre, Türk tarihinin açıklanması ve belgelenmesi amacını gütmüştür. Ayrıca, Kongre dolayısıyla, tarih öncesinden Cumhuriyet dönemine dek yurdumuzda ve Ortadoğu’da gelişen büyük uygarlıkları, maketler, mülajlar, resimler ve grafiklerle canlandıran bir sergi düzenlenmiş ve bu sergi Atamızın ölümüne dek Dolmabahçe’de kalmıştır.

Türk Tarih Kurumu bundan sonra da uluslararası nitelikte 16 kongre düzenlemiştir. Ek olarak bu kongrelerde sunulan bildiriler kitap hâline getirilmiş ve bunlar 65 cilt halinde basılmıştır. Kuruluşundan başlayarak çalışmalarını eski Türk Ocağı Halkevleri binasında sürdüren Kurum, 1940 yılı sonlarında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ayrılan bir bölüme geçmiştir. Ancak her gün zenginleşen kütüphanesi, çalışmaları ve gelişen basımevi dolayısıyla bu yer yetersiz kalmış, 12 Kasım 1967 günü, projesi Sayın Turgut Cansever tarafından çizilen bugünkü modern binasına taşınmıştır. Bu bina 1980 yılında “Uluslararası Ağahan Mimarî Ödülü”nü almıştır.

Atatürk ve Türk Dil Kurumu

Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün talimatıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak 12 Temmuz 1932 tarihinde kuruldu. Kurucu üyeler arasında dönemin tanınmış milletvekilleri ve edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sâhir ve Yakup Kadri bulunuyordu. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at olarak atandı. Cemiyetin amacı, Türk dilinin zenginliğini ve güzelliğini ortaya çıkarmak ve özellikle uluslararası alanda hak ettiği yere taşımaktı. Elbette bu amacı gerçekleştirmek için dil üzerine araştırmalar yapmak, derlemeler gerçekleştirmek ve bulguları yayımlamak gerekliydi.

1932, 1934 ve 1936 yıllarında gerçekleştirilen üç kurultayda kurumun yönetim organları belirlenmiştir. Daha sonra dil politikaları üzerine çalışmalar yapılmıştır. 1932’deki ilk kurultayda altı farklı komite oluşturulmuştur. Sonraki yıllarda bu yapı değişikliğe uğramıştır. Sonrasında 1934 yılında cemiyetin adı Türk Dili Araştırma Kurumu, 1936’da ise Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.

Atatürk, Türk dilinin gelişimine büyük ilgi göstermiş, yurt içi ve yurt dışı araştırmaları takip etmiştir. Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün vefatından sonra dil arındırma ve geliştirme çalışmalarına devam etmiş, yerli ve yabancı kaynaklarla Türk dil biliminin temellerini atmıştır.

1936’da kabul edilen tüzük değişikliğiyle kurumun adı değişmiş ve Atatürk’ün kuruluş girişimi vurgulanmıştır. Atatürk, vasiyetinde mal varlığını Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na bırakarak, bu kurumların mali sürdürülebilirliğini sağlamıştır. Bununla birlikte, Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarına önemli bir kaynak sağlamıştır.

İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi bünyesinde, dinsel alandan kaynaklanan sorunlara kalıcı çözümü bulmak kaydıyla, bir danışma heyetinin oluşturulması karara bağlanmıştır. Bu doğrultuda çalışmalarını gerçekleştirmeye başlayan Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut sorunlara kalıcı çözümler bulmaya yönelmiştir. Ele aldığı konular arasında; halkı ibadete çağıran ezan ve salatın Türkçe olması, camilerde halka hitap eden hatiplerin sözlerini Türkçe söylemesinin kabul edilmesi, Kur’an-ı Kerim ile hadislerin Türkçe’ye çevrilmesi, Türkçe hutbelerin bastırılarak dağıtılması ve hutbelerin konularının siyasi, sosyal, sağlık ve iktisadi meselelerle ilgili olması hususları sayılabilir. Böylece kurumsal olarak ibadetin Türkçeleşmesi meselesi ele alınmıştır. Buna ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile bünyesinde oluşturulan danışma heyetinin amacı halkı anladığı dilde dinen aydınlatmak ve aynı zamanda Cumhuriyet ile laikliğe hizmet etmek olmuştur.


Bu amaca- yönelik adımlardan biri, 21 Şubat 1925 tarihindeki Diyanet İşleri Başkanlığı bütçe görüşmeleri sırasında atılmıştır. Görüşmelerde Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi, Kur’an-ı Kerim’i rastgele tercüme edenlerin olduğunu ve bunun engellenmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in devlet tarafından Türkçeleştirilmesine yönelik çalışmaların başlatılması için bütçe ayrılması önerisinde bulunmuştur. Abdullah Azmi Efendi’nin bu önerisi Meclis’te heyecan uyandırmış ve vekillerin ardı ardına bu konu hakkında açıklamalar yapmıştır. Görüşmeler sonucunda Meclis’e; “Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif Türkçe Tercüme ve Tefsir Heyeti Muhasses ücret ve masarifi” şeklinde bir teklif sunulmuş ve oylama neticesinde kabul edilmiştir. Böylelikle Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi çalışmaları başlamış olur. Çeviri için de Mehmet Akif (Ersoy) ve Elmalılı Mehmet Hamdi (Yazır) görevlendirilmiştir. İbadetin Türkçeleştirilmesine yönelik çalışmaları bu şekilde sıklaştırılırken, 1926 yılı Nisan ayında, Erenköy Camii’nde bir müezzinin Türkçe ezan okuması birçok tepkiye sebep olmuştur. Hatta bundan dolayı müezzin Diyanet İşleri Başkanlığı’na şikayet edilmiştir. Belirli bir süre ise görevinden alınmıştır.

Türkiye’de İbadetin Türkçeleşmesi ve Anayasal Değişiklik

1926 yılının sonlarında, ibadet dilinin Türkçeleşmesi çalışmalarında görevlendirilen ve beş uzmandan oluşan birleşik komisyon Diyanet İşleri Başkanlığı’na 58 adet örnek hutbe sunmuştur. Diyanet İşleri Başkanı Rıfat (Börekçi) Efendi ise bu hutbeleri hatiplere dağıttırmış ve bunlara ek olarak yolladığı bildiride, Fatiha ile bundan sonra gelen Kur’an ve Hadis metinlerinin Arapça ve Türkçe, öğüt yolunda olanlarınsa sadece Türkçe söylenmesini bildirmiştir. Bu talimatın 1927’de yürürlüğe girdiği belirtilmektedir. Böylelikle ibadetin Türkçeleşmesine yönelik resmi bir adım daha atılmıştır.

9 Nisan 1928’de de, 1924 Anayasası’nda önemli değişiklikler yapıldı. Anayasanın 2. maddesinden “devletin dini İslam’dır” hükmü çıkarıldı. Milletvekilleri ve Cumhurbaşkanının yeminlerinden “vallahi” kelimesi kaldırılarak “namusum üzerine söz veririm” ifadesi dahil oldu. Ayrıca, TBMM’nin görevleri arasındaki “ahkam-ı şer’iye uygulaması” maddesi anayasa metninden çıkarıldı. Bu değişiklikler, Türkiye’nin laikleşme sürecinde bir adım daha atılmasını sağladı. İbadetin Türkçeleştirilmesi gibi laik uygulamalar anayasaya yansımış oldu.

Atatürk Öncülüğünde Türkiye’de İlahiyat Eğitiminde Yenilikler ve İbadetin Modernleştirilmesi

20 Haziran 1928’de, Mustafa Kemal’in talebiyle İsmail Hakkı Bey, İlahiyat Fakültesi’ne bir reform önerisi sundu. Darü’l fünun İlahiyat Fakültesi bu öneriyi değerlendirerek, bir reform programı yayımladı. Program, üç maddeden oluşmaktaadır.

İlk madde, içtimai kurumların bilimselleşmesi ve millileşmesini vurgulayarak, Türk inkılabının dili, ahlakı, hukuku ve ekonomiyi ilim ve milli değerlerle nasıl yenilediğini açıklar. İkinci madde, dinin toplumsal bir kurum olduğunu ve gerekli gelişim ile canlılığı sergilemesi gerektiğini belirtir.
Üçüncü madde, dini hayatın da ahlaki, ekonomik hayat gibi bilimsel yöntemlerle düzenlenmesi gerektiğini ifade eder. Reformun ilk aşamasında, ibadet yerlerinin temiz, düzenli ve ziyarete uygun hale getirilmesi planlanmıştır. Neticede bu reformlar, dinin bilimsel bir yaklaşımla yeniden şekillendirilmesini amaçlamaktadır.

Mabetlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla mabetlere girilmesi teşvik edilmelidir. İkinci olarak ibadet lisanı Türkçe olmalıdır. İbadetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabul ve istimal edilmelidir. Bunlar yalnız hafızanın sermayesi olarak değil, mektup ve muharrer olarak dahi istimal edilebilmelidir. Mabetlerde bu esasta teşkilat yapılmalıdır. Üçüncü olarak ibadetin son derece önemli olduğu ve doğru şekilde yapılmalıdır. Bu hususta müezzinler, imamların yetiştirilmelidir. Ayrıca mabetlerde musiki aletlerininde kabulü gereklidir. İlahi mahiyetinde asri ve enstrümantal musikiye kati ihtiyaç vardır. Son olarak da hutbelerin matbu şeklinin yeterli değildir. Hitabet kıraatten ayrı bir şeydir; hutbelerin içeriğinin doğrudan doğruya dini konularla ilgili olmalıdır.

Türkçe Ezan ve Kur’an’ın İlk Okunması

1930’lu yılların başlarında, artık ibadetin Türkçeleşmesine yönelik atılan adımların sonuçlandırılması için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmaların daha sağlam bir zemine oturtulması amacıyla da eskiye dönük uygulamaların kaldırılması gerekmekteydi. Bu bağlamda 23 Aralık 1931 tarihinde yayınlanan bir kararnameyle, Arap harfleri ile öğrenim yapmak için, gizli ya da açık ders okutma yerleri açanların cezalandırılacağı belirtilmiştir. 1932 yılına gelindiğinde, Mustafa Kemal Paşa’nın yönlendirmesiyle devam edilen ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarının, planlandığı doğrultuda Ramazan ayından itibaren uygulamaya konulmaya başladığı görülmektedir. Ramazan ayı içerisinde, 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde, Türkçe Kur’an ilk defa Hafız Yaşar Bey tarafından okunmuş, halk tarafından bu uygulamaya yoğun ilgi gösterilmiştir. Sonrasında, 30 Ocak 1932’de, Fatih Camii’nde Hafız İrfan Efendi tarafından ikindi ezanı Türkçe okunmuştur. Ezan şöyledir;

Tanrı uludur (4 defa tekrar). Tanrı’dan başka tapacak yoktur, ben şahidim ki Tanrım büyüktür (2 defa tekrar). Nebi Muhammet, Tanrı resulü, ben şahidim ki o haktan geldi (2 defa tekrar). Ey dinleyenler, geliniz namaza! (2 defa tekrar) Ey işitenler koşunuz felaha (2 defa tekrar), Tanrı uludur (2 defa tekrar), Tanrı’dan başka tapacak yoktur.

3 Şubat 1932 tarihi, Ramazan ayının Kadir Gecesi’ne denk geldiği için ibadetin Türkçeleşmesine yönelik atılan sağlam adımların kalıcı olmasını sağlamak amacıyla mevcut idareciler tarafından oldukça önemli görülmüştür. Zira tamamlanan hazırlıklar neticesinde, Müftülük tarafından bu gece için çeşitli illerde Türkçe Kur’an ve mevlit okuyacak hafızların listeleri camilere taksim edilmiştir. Yine aynı gece, yani 3 Şubat 1932 gecesi, halkın yoğun katılımıyla Ayasofya Camii’nde Türkçe olarak Kur’an, mevlit ve ezan okunmuştur. Akabinde, 5 Şubat 1932 Cuma günü, Süleymaniye Camii’nde, Cuma namazında Hafız Saadettin Bey minberden hutbeyi tam olarak Türkçe okumuştur. Böylelikle, ibadetin Türkçeleştirilmesi büyük oranda gerçekleşmiş ve tüm yurtta da yayılmaya başlamıştır. Neticede, İslam dini açısından önemli bir ay olan Ramazan ayının seçilmesinin, ibadet alanındaki bu değişimin halk tarafından da benimsenmesinin sağlamasına yönelik önemli bir uygulama olmuştur.

Balkan Antantı

4 Şubat 1934’te Cenevre’de parafe edilen Balkan Antantı, 9 Şubat 1934’te Atina’da Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalandı. Ek Protokol ile birlikte, pakt siyasi, kültürel ve sosyal işbirliği sağlamayı ve Balkanlar’daki mevcut toprak düzenini korumayı hedeflemiştir. İmzacı ülkeler, birbirlerinin sınırlarını güvence altına almıştır. Ek olarak Balkan devletlerinden birine saldırı durumunda yardımlaşmayı zorunlu kılmışlardır.

Dış bir devlet, bu dört Balkan devletinden birine saldırırsa ve bir Balkan devleti saldırganın yanında yer alırsa, pakt hükümleri saldırıya uğrayan devlet lehine işleyecekti. Ancak, Bulgaristan ve Arnavutluk’un Balkan birliğinden uzak durması, Türkiye’nin SSCB’ye karşı hiçbir harekete katılmayacağını belirtmesi ve Yunanistan’ın büyük devletlere savaş açmama çekincesi koyması, paktın hedeflerinin tam anlamıyla gerçekleşmesini engellemiştir.

Balkan Paktı: Atatürk Dönemi’nde Bölgesel İşbirliği ve Savunma Stratejileri

Buna ek olarak 15 Nisan 1934 tarihindeYunanistan İngiltere ile gizli bir protokol imzalamış ve Yunan Hükümeti Arnavutluk ve Bulgaristan’a askeri harekât sözü vermiştir. Ancak Yunanistan, İtalya’dan çekindiği için Arnavutluk’a karşı bir harekât düzenlemekten de kaçınmıştır. Bu gelişmeler paktın sadece Bulgaristan’dan gelebilecek bir tehdide karşı yapıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Atatürk, bu pakt ile bir taraftan İtalyan tehlikesine karşı bölgesel bir savunma oluşturulmasını diğer taraftan da Bulgaristan’dan gelebilecek bir taarruzun engellenmesi amacını güttüğünden beklentilerinin tam olarak gerçekleşmesini sağlayamamıştır. Bununla birlikte Balkan Paktı 1934 – 1941 yılları arasında varlığını sürdürmüştür. Böylece en azından İtalya’nın ve Bulgaristan’ın yayılmacı emellerine set çekebilmiştir. Türkiye bu pakta sâdık kalmış, Balkan devletlerinin birbirlerinin varlığını tanıyan bir belge olarak algılamıştır.

Atatürk’ün de 1 Kasım 1934 tarihli TBMM’nin Dördüncü Dönem Toplanma Yılını açış konuşmasında belirttiği gibi “… Balkan Antlaşması, Balkan Devletleri’nin birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslenilmesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu besbellidir.” Paktta yer alan devletler: Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan’dır.

Soyadı Kanunu

Soyadı Kanunu’nun tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 16 Haziran 1934 tarihinde müzakereye sunuldu. Tartışmalara neden olan maddelerden biri, kullanılamayacak soyadları tanımlayan maddeydi. Bu madde, rütbe, memuriyet unvanları, aşiret ve yabancı ırk isimlerinin yanı sıra, genel ahlaka aykırı veya gülünç soyadlarının kullanılamayacağını belirtiyordu. Bu düzenleme, feodal yapıya tepki olarak aşiret isimlerinin kullanımının yasaklanmasını içeriyordu. Bu durum milli birlik ve modernleşme çabaları doğrultusunda atılmış bir adım olarak yorumlanabilir. Ayrıca, rütbe ve memuriyet isimlerinin soyadı olarak kullanılmasının yasaklanması, bu unvanların zaman içinde değişebileceği ve eski anlamlarını yitirebileceği gerekçesiyle savunu topladı.

Türkiye’de Kimlik ve Soyadı Reformunun Resmileşmesi

21 Haziran 1934’te, TBMM’de yapılan oylamada Soyadı Kanunu kabul edildi. Kanun, toplamda 15 maddeden oluşuyor. Bu kanunun kabulüyle, Türk vatandaşlarına soyadı taşıma zorunluluğu getirildi ve soyadı seçiminde izlenecek kurallar belirlendi. Öne çıkan maddeler şunlardır:

  1. Her Türk vatandaşı bir soyadı taşımak zorundadır.
  1. Yazışmalarda ve imzalarda ilk önce öz ad, sonra soyadı kullanılır.
  1. Soyadı olarak rütbe, memuriyet, aşiret isimleri, yabancı ırk ve millet isimleri; ahlaka uygun olmayan, iğrenç veya gülünç isimler kullanılamaz.
  1. Soyadı seçme hakkı ve görevi evlilik birliği içinde erkeğe aittir. Boşanma veya eşin vefatı durumlarında bu hak kadına veya diğer yakın aile bireylerine geçer.
  1. Reşit ve ayırt etme gücüne sahip her birey kendi soyadını seçme hakkına sahiptir.
  1. Uygunsuz soyadları kullananlar hakkında yasal işlem başlayabilir.
  1. İki yıl içinde soyadı bildirilmeli ve nüfus kayıtlarına işlenmelidir. Bu süre zarfında evraklar için herhangi bir pul ücreti alınmaz.
  1. Soyadı seçiminde yaşanabilecek anlaşmazlıkları çözme yetkisi en büyük mülki amire aittir.
  1. Kanunun diğer maddeleri, soyadı kanununun uygulanması, idari yaptırımlar ve cezai işlemlerle ilgili detayları içerir. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de soyadı kullanımı resmi ve düzenli bir hâl almıştır.

Soyadı Kanunu Haziran ayının sonralarında kabul olmuştu. 2 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 2 Ocak 1935’te yürürlüğe gireceğinden, toplumun gündemini hemen işgal etmemiştir. Daha sonra Soyadı Tüzüğü ve Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin 24 Aralık 1934’de ilan edilmiş olması ve yasal işlemlerin ağır sürmesi de bu kanunun toplumun gündemini işgal etmesini geciktirmiştir.

Kadınların Oy Kullanması

Sanayi Devrimiyle birlikte kapitalizmin yaygın olarak başvurduğu kadın emeği, hem burjuva hem de emekçi kadın hareketinde olduğu gibi işçi hareketinde de önemli tartışmaların konusu oldu. Kadının evin sınırlarının dışına çıkıp üretimdeki yerinin yaygınlaşması elbette onun örgütlenmesi sorununu da beraberinde getirmişti. Oysa ne yasalar ne mevcut kamusal alan ne de toplumsal yapılar kadının örgütlenmesine izin veriyordu. Emeğini satarak en yoğun sömürüye maruz kalan kadının, hak mücadelesine girmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Sendikalara, derneklere, partilere üye olmasına izin verilmeyen işçi ve emekçi kadınlar kendi dayanışma derneklerini, kulüplerini ve hatta sendikalarını kurdu.

Clara Zetkin, Kadın Hakları
Clara Zetkin.

19. yüzyılın ikinci yarısında hızla gelişen işçi hareketinin, kadınları kendi bağrında örgütlemek için atacağı ileri adımlar da, yine bu hareketin saflarındaki kadınların öncülüğünde gerçekleşti. Daha sonra Alman komünisti Clara Zetkin’in 1889 Temmuz’unda Paris’te düzenlenen Uluslararası İşçi Kongresi’nde kadın işçilerin işçi hareketinde etkin olarak örgütlenmesini talep ettiği bir konuşma yaptı. Konuşma o dönem buna pratikte henüz hiç alışkın olmayan işçi hareketi içerisinde büyük yankı uyandırdı. Konuşmasında kadınların örgütlemesinde, başta sendikalarda olmak üzere, cinsiyetçi eğitim, geleneksel modeller ve kadının üçlü ezilmişliğinden kaynaklanan güçlüklere eğilen Clara Zetkin, kadınlar arasında politik çalışma için özel biçimler önerdi. Bu sorunda kayda değer ilerlemeler 1900 yılından itibaren bazı ülkelerdeki sosyal demokrat partilerin kendi içlerinde düzenledikleri kadın konferansları sayesinde mümkün oldu.

1. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı ve Kadın Oy Hakkı Mücadelesi

Bu konferanslarda yapılan deneyim alışverişleri ve çalışma biçimine ilişkin alınan ortak kararlar, emekçi kadın hareketinin giderek güçlenmesinde ifade buldu.
1906’da Almanya sosyal demokrat partinin kadın konferansından, 1907’de Stuttgart’ta düzenlenecek Uluslararası İşçi Kongresi kapsamında uluslararası bir kadın konferansının gerçekleştirilmesi önerisi geldi. Bu öneri zemin buldu ve 1. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, Ağustos ayında 15 ülkeden 58 delegenin katılımıyla gerçekleşti.
Konferans, ortak çalışmayı koordine edecek bir sekretarya oluşturmayı kararlaştırdı. Merkezi yayın organı olarak Clara Zetkin’in yönetiminde çıkmakta olan Gleichheit (Eşitlik) dergisi belirlendi. Dahası Eşitlik dergisi, daha sonraki yıllar içerisinde uluslararası sosyalist kadın hareketinin en önemli materyallerini sağlayan yayınların başında geldi.

Uluslararası Kadınlar Günü, 1917, St. Petersburg
St. Petersburg’da 1917’de gerçekleşen Uluslararası Kadınlar Günü yürüyüşünden bir kare.


Konferans ayrıca, kadının genel ve sınırsız oy hakkının talep edilmesini kararlaştırdı. Bu talep konferansın ardından toplanan Uluslararası İşçi Kongresi’nin de kararı olarak kabul oldu. Bu, mutlak bir ileri adımı oluşturuyordu. Çünkü daha aynı yıl içinde Avusturya işçi hareketi yalnızca erkekler için geçerli olan bir seçim hakkını savunan bir karar benimsemişti.

İlk Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, emekçi kadın hareketinin ideolojik birliğini oluşturması bakımından büyük önem taşıdı. Kadının oy hakkı em burjuva hem de emekçi kadınlar açısından önemli tartışmalara yol açan bir sorundu. 26-28 Ağustos 1910’da Danimarka’nın Kopenhag kentinde yapılan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, 17 ülkeden 100 delegenin katılımıyla toplandı. Burjuva kadın hareketinin bir bölümünün savunduğu gibi kadına sınırlı oy hakkı talebini benimseyen İngiliz partisiyle yaşanan şiddetli bir tartışmanın ardından Konferans, kadınlar için genel, sınırsız oy hakkını savunan bir karar aldı.

Dünya Ülkelerinde Kadınlara Tanınan Haklar

Araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesiyle kesintiye uğrasa da kadınların oy hakkı mücadelesi sona ermedi. Özellikle devrimin hemen ertesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan Sosyalist Sovyetler Birliği Cumhuriyeti’nin kurulmasından ardından birçok ülkede kadınlara oy hakkı tanınmaya başlandı.

  • 1893 – Yeni Zellanda’daki Liberal işçi partisi koalisyonu hükümeti, kadınların oy hakkını tanıdı.
  • 1907 – Finlandiya’da kadınlar oy hakkını kazandı.
  • 1915 – Danimarka ve İzlanda’da kadınlara oy hakkını kazandı.
  • 1917 – Rusya’da kadınlar oy hakkını elde etti.
  • 1920 – ABD’de kadınlar oy hakkını kazandı.
  • 1922 – Kanada’nın İngilizce konuşulan tüm eyaletlerinde kadınlara oy hakkı elde etti.
  • 1923 – Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Estonya kadınlar oy hakkını elde etti.
  • 1928 – İngiltere’de 21 yaşına gelmiş kadınlara oy hakkı kazandı.
  • 1934 – Brezilya’da kadınlar oy hakkını kazandı.
  • 1934 – Türkiye’de Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı elde etti.
  • 1937 – Filipinler’de kadınlar oy hakkını kazandı.
  • 1944 – Fransa’da yapılan yasa değişikliğiyle kadınlar seçme ve seçilme hakkını elde etti.
  • 1946 – İtalyan kadınları ilk genel seçimlere girdi.
  • 1947 – Çin ve Liberya’da kadınlar oy hakkını elde etti.
  • 1958 – Uganda’da kadınlar oy hakkını kazandı.
  • 1960 – Nijerya’da kadınlar oy hakkına sahip oldu.
  • 1971 – İsviçre’de kadınlar seçme ve seçilme hakkını elde etti.
Atatürk - Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı
“Dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”- Mustafa Kemal Atatürk.

Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine dair Kanunların Hazırlıklarının Önemi

Dini kisvenin kanunen sınırlanmasına giden süreçte, bu yasal düzenlemelerin hepsi birer aşama niteliğindedir. Bu konuda kesin çözüm sunan gelişme ise 1934 yılında gerçekleşmiştir. 26 Kasım 1934 tarihinde, TBMM’ye “Bazı kisvelerin giyilmeyeceği” hakkında kanun layihası sunulmuş, böylece Meclis’te yer alan Dahiliye Encümeni bu kanununa yönelik çalışmalarına başlamıştır. Bu kisvelerin sadece mabetlerde giyileceği, ibadetten sonra çıkarılacağı, Müslim ve Gayrimüslim bütün din adamlarının bu kanuna göre hareket edeceği belirtilmiştir. Bu kanun layihası ile dini kisve konusunda kalıcı çözüm sağlanmasına yönelik en sağlam adım atılmıştır. Buna ek olarak konuda çalışmaların hızlanması sağlanmıştır. Neticede 3 Aralık 1934 tarihinde kanun mazbatası hazırlanmıştır. Daha sonra TBMM’nin huzuruna sunulmuştur. Ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya kanunun müzakeresine geçilirken, “Baylar, bu büyük inkılabımızın temellerinden biri de laik olmaktır. Laik olmak demek devlet işlerinde ve ulus işlerinde dini tesiratı kaldırmak demektir…” ifadeleriyle bu kanunun laikliği pekiştireceği üzerinde durulmuş, akabinde de müzakerelere geçilmiştir.

Atatürk İlkeleri

5 Şubat 1937’de Atatürk İlkeleri (Altı Ok) -yani cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık- anayasa giriş yaptı. Bazı maddeler yinelendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk CHP’nin 4. Olağan Kurultayı’nda ‘’Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan alıyoruz.’’ diyerek Atatürk ilkelerinin değişmez olmadığından, bu ilkelerin dönem koşullarına göre biçimlenebileceğinden bahsetmektedir. Altı Ok’un ilk oku olan cumhuriyetçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim biçimini ifade eder.

Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali kitabında cumhuriyet ile ilgili şunu der:

Günümüzde en iyi yönetim biçimi cumhuriyettir. Cumhuriyetten daha iyi bir yönetim biçimi olursa onu alırız.

Altı okun ikinci oku ise milliyetçiliktir. Burada Türkiye Cmhuriyeti’nin Türkçülük üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Atatürk bir kan milliyetçisi değil kültür milliyetçisidir. Buna örnek olarak Atatürk döneminde meclise giren bir Kürt olan Diyap Ağa’yı verebiliriz. Atatürk için önemli olan soyun Türk olması değil insanın kendisini Türk hissetmeseydi. Çoğumuzun da bildiği ‘’Ne Mutlu Türk’üm Diyene’’ sözü buna örnektir. Altı okun üçüncü maddesi ise halkçılıktır veya Türkçesi ile uluşçuluktur. Ulusçulukta her yurttaş eşittir. Her yurttaşa aynı eğitimi, aynı sağlık hizmetini vs. sağlamaktadır.

Bunun örneği olarak is Atatürk döneminde açılan Millet Mektepleri, çiftçinin ürettiği %10’luk tarım ürünün verilmesi sonucunda aşar vergisinin kaldırılması, Soyadı Kanunu’nun çıkarılması ile birlikte bey, ağa, hanımefendi, beyefendi, ‘’hocaefendi’’ gibi üstünlük kuran lakapların kaldırılması verilebilir. Bunlara ek olarak nüfus işlerindeki karışıklığın giderilmesi, Numune Hastaneleri’nin açılması gibi devrimlerle örneklendirebiliriz. Altı okun dördüncü oku ise devletçiliktir. Devletçilikteki çentikli ok Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi modelinin zaman içinde değişebileceğini göstermektedir.

Atatürk ve İnönü, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, 29 Ekim 1935
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında Başbakan İsmet İNÖNÜ ile,
Ankara, 29 Ekim 1935.

Türkiye’de Devletçilik ve Ekonomi Politikaları

Devletçilik 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde ele alınmıştır. 1929’dan önce 1923 İzmir İktisat Kongresi ile beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi modelinin liberalizm oldu. Devletin müdahalesi ile Atatürk döneminde açılan işletmeler vs. çoktur. Özer Özçelik ve Güner Tuncer’in yazdığı Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları adlı makaleye göre 1934 yılında Bakırköy Bez Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, 1935’te Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Cam Fabrikası, Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, 1936’da İzmit Birinci Kağıt Fabrikası ve Çubuk Barajı, 1937’de Nazilli Basma Fabrikası ile Ereğli Bez Fabrikası, son olarak 1938’de Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası ve Divriği Demir Madeni İşletmesi açılmıştır.

Ayrıca yukarıda sayılan devlet kuruluşlarının dışında yeni kurumlarda açılmıştır. Bunlar; Başvekalet İstatistik Genel Müdürlüğü (1930), Tekel Genel Müdürlüğü (1931), PTT Genel Müdürlüğü (1933), Hava Yolları İşletmesi (1933), Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü (1935), Maden Tetkik Arama Enstitüsü (1935), Elektrik İşleri Etüd İdaresi (1935), Tapu Kadastro Umum Müdürlüğü, (1936), Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü (1937), Toprak Mahsülleri Ofisi (1938), Etibank(1935), Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (1930), Sümerbank, Belediyeler Bankası (1933) gibi devlet eliyle ortaya çıkan oluşumlar verilmiştir. Altı okun beşinci oku ise laikliği simgelemektedir.

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, kişiye din ve vicdan özgürlüğü sunar. Laiklik denilen kavramı 1789 Fransız İhtilali ile çıkmış olarak biliriz. Her ne kadar böyle bilsek de bu bilgi yanlıştır. Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 44, Haziran 2003’te Prof. Dr. Emine Altunay Şam’ın yazdığı Türk Tarihi ve Boyunca Laikliğin Aşamaları ve Atatürk Laikliği makalesinde laiklik kavramı Türk devletlerinde, Göktürklerde, Uygurlarda, Hazarlarda ve Büyük Selçuklularda uygulanmıştır diye geçmektedir. Altı okun altıncı ve son oku inkılapçılık, Türkçesi ile devrimciliktir. Bu ok Atatürk’ün cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik kapsamında yaptığı tüm inkılapları Türkçesi ile devrimleri içine alır.

Arasız Devrimlerin Takipçisi Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk, devrimlerinin gerçek amacına ulaşması için halkla bütünleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu inançla, ülkenin kalkındırılması ve geliştirilmesini hedefleyen yeni bir mücadeleye başladı. Neticede bu mücadele, Türkiye’nin dört bir yanını kapsayan bir dizi yurt gezisi şeklinde gerçekleşti.

Yurt Gezileri

Atatürk’ün gezileri, Yeni Türkiye’nin oluşmasında ve hayata geçmesinde büyük etkisi oldu. Bu geziler genellikle önemli siyasal, sosyal veya kültürel alanda yapılan inkılapların hemen öncesi ve sonrasında gerçekleşmiştir. Atatürk, gezileri esnasında halkla yakın temas kurmaya özen gösterdi ve topluma mesajlarını iletecek kurum ve kuruluşlara önem verdi. Belediye, okul gibi resmi kurum ziyaretleri ile Türk Ocağı, Halkevi gibi sivil kuruluşlar bu ziyaretlerinde önemli bir yer tuttu.

Atatürk, Türkiye’nin birçok şehrini ziyaret etti. Bu ziyaretler sırasında önemli tesislerin temel atma veya açılış törenlerine katıldı. Bu geziler, hem gerçekleştirmiş olduğu inkılâpların uygulanışını yerinde görme hem de gerçekleştirmeyi düşündüğü inkılâplarla ilgili olarak da halkın nabzını tutma imkânına sahip oldu.

Atatürk’ün hemen her geziye çıkışında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Atatürk’ün uğrayacağı yerlerde karşılama töreni yapılmamasını bildirdiği halde başta gençler olmak üzere toplumun her kesiminden insan yollara dökülmüştür. Zira onu görmek bir ayrıcalık olarak görülmüş ve görenler yıllarca görmeyenlere anlatmıştır.

Atatürk'ün Gittiği Şehirler, Yurt Gezileri, Atatürk
Atatürk’ün gittiği şehirler. (Özgün Görsel)

Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde TBMM’de oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından 1938’de vefatına kadar geçen dönemde çok sayıda yurt gezisi yaptı. Bu gezileri esnasında en çok ziyaret ettiği ve kaldığı il İstanbul’dur. Ziyaret ettiği diğer iller ise İzmir, Bursa, Afyon, Eskişehir, Trabzon, Rize, Giresun, Ordu, Canik (Samsun), Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Şarkikarahisar (Şebinkarahisar), Sivas, Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Konya, Adana, Mersin, Çankırı, Kastamonu, Balıkesir, Manisa, Uşak, Kütahya, Bilecik, İzmit (Kocaeli), Tekirdağ, Edirne, Çanakkale, Sinop, Tokat, Denizli, Isparta, Burdur, Antalya, Kırklareli, Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Zonguldak, Gaziantep ve Niğde’dir.

Son Yurt Gezileri

1936’da Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki Üçüncü Türk Dili Kurultayı’na katıldı. Ayrıca sarayın rıhtımında İngiltere Kralı VIII. Edward’ı karşılamıştı. 1937’de, İstanbul’da yaklaşık üç ay geçirdi. Daha sonra Eskişehir, Konya, Trabzon, Yalova, Aydın, Sivas, Malatya, Diyarbakır, Elazığ, Adana, Mersin ve Afyon gibi şehirleri ziyaret etti.

Atatürk, 1938’de yurt gezilerine Eskişehir’den başladı. Yalova, Bursa, İstanbul, Mersin ve Adana’yı ziyaret etti. Yalova’da tamamlanan termal otelde kaldığı dönemde Atatürk’ün hastalığı ilk kez teşhis oldu. Ancak doktorların dinlenmesi gerektiği tavsiyesine rağmen, Hatay meselesi konusunda Türkiye’nin kararlılığını göstermek ve muhataplarına mesaj verme düşüncesiyle güney illerine seyahat etti.

Atatürk’ün sağlığı 1938’de daha da bozuldu ve Ankara’ya geri dönemedi. Bu dönemde, rahat etmesi için Savarona adında bir yat satın alındı. Lakin 10 Kasım 1938’de hayatını kaybetti. Atatürk’ün cenazesi, 19 Kasım 1938 sabahında Dolmabahçe Sarayı’ndan alınarak Yavuz zırhlısıyla İzmit’e götürüldü. Burada trene alınan cenaze, 20 Kasım 1938’de saat 10.00’da Ankara’ya ulaştı. Bu seyahat, Mustafa Kemal Atatürk’ün son yurt gezisi oldu ve Türk milletini derinden üzdü.

Mustafa Kemal Atatürk ve Bilime Kattıkları

Atatürk; İhsan, Ömer, Afife, Abdürrahim ve Zehra (Zühre)’yı Cumhuriyet’ten önce; Sabiha, Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa’yı Cumhuriyet’ten sonra manevi evlatları edinmiştir. Mustafa Kemal özellikle öğretmen Afet İnan’ı bilimsel araştırmalara yönlendirmiş, onun bir bilim kadını olmasını sağlamıştır. Gözü pek, cesur Sabiha’yı bir savaş pilotu olarak yetiştirmiştir. Böylece Türk kızının, kadınının cesaretini, her alanda yetenekli olduğunu kanıtlamak istemiştir.

Atatürk, vefatından önce düzenlediği vasiyetnamesinde, bütün manevi çocuklarına İş Bankasındaki payının yıllık gelirinden her ay belirli miktarda para ödenmesini istemiştir. Buna göre Afetinan’a ayda 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200, Rukiye ve Nebile’ye de 100’er lira ödenmesi kararlaştı. Ayrıca Sabiha Gökçen’e bir ev satın alınması için gereken para verilecekti.

Güneş Dil Teorisi – Türk Tarih Tezi

Atatürk döneminde, Türkçenin yabancı kelimelerden arındırılması amacıyla başlatılan çalışmalar, dilin anlaşılırlığını olumsuz yönde etkilemiştir. Bir akşam yemeğinde bu konuyu kendisine açan Falih Rıfkı Atay olmuştur. Bunun üzerine Atatürk, “Çocuk dili bir çıkmaza soktuk” demiştir. Bu süreçte, Atatürk Viyanalı Dr. Hermann Kvergitsch’in Güneş-Dil Teorisi’nden etkilenmiştir. Bu teori, Türk dilinin diğer dillerin kökeni olduğunu ortaya koyar. Atatürk, bu teoriyi benimseyerek, Türkçenin yeterli bir dil olduğu yanılgısını kırmayı hedeflemiştir.

15 Kasım 1935 tarihli Tan gazetesi
15 Kasım 1935 tarihli Tan gazetesi.

1932’de Birinci Türk Dil Kurultayı’nda, bu teori daha geniş çapta tartışılmıştır. Bilim adamları, Türkçenin diğer dillere kaynaklık ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu teori, Türk Dili Tetkik Cemiyeti tarafından daha da geliştirilmiştir. Ancak, zamanla bu teoriden vazgeçildi ve dil çalışmalarında yaşayan dil esas alındı.

Güneş Dil Teorisi, Türkçenin Batı karşısında güçlü bir yer edinmesini amaçlayan ideolojik bir çerçevedir. Nitekim bu teori, Türk milletinin kültürel ve dilsel bağımsızlığını pekiştirmek için milliyetçi bir anlayışla benimsenmiştir.

Türk Tarih Kurumu Cemiyeti tarafından yayınlanan Tarih 1 (1931-1941) kitabından bir görsel, sayfa 45
Türk Tarih Kurumu Cemiyeti tarafından yayınlanan Tarih 1 (1931-1941) kitabından bir görsel. Sayfa 45

Mustafa Kemal Atatürk ve Yazdığı Kitaplar

Mustafa Kemal Atatürk, yaşamının her döneminde kitapla bütünleşmiştir. Bu okuma sevgisi kendisine zamanla büyük bir bilgi birikimi sağlamıştır. Zaman zaman bu bilgilerini yazmaya dönüştüren Atatürk, yaşamının farklı dönemlerinde farklı konularda kitaplar yazmıştır. Yazdıkları gerek güncelliği, gerekse yol göstericiliği açısından bu gün dahi tartışmasız gerçekleri içermektedir. O’nun günümüzde hala geçerliliğini koruması ileri görüşlülüğünün ve akılcılığının göstergelerinden biridir. Mustafa Kemal, özellikle II. Meşrutiyet’in (23 Temmuz 1908) ilanından sonra tüm dikkat ve çalışmasını askerlik üzerine yoğunlaştırılmıştır. O, mesleki bilgileri artıracak yayınların yapılmasını gerekli görüyordu. Bu amaçla mesleğinin ilk yıllarından itibaren askerlikle ilgili birikimlerini aşağıda isimleri belirtilen kitaplarda toparlanmıştır.

  1. Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih
  1. Takımın Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1908)
  1. Cumalı Ordugâhı – Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909)
  1. Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911)
  1. Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1912)
  1. Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)
  1. Nutuk (1927)
  1. Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (Manevi kızı Afet İnan adıyla yayımlandı) (1930)
  1. Geometri (isimsiz yayımlandı) (1937)

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sağlık Raporları

16 Ekim 1938

İstanbul 17 (AA) – Riyaset-i Cumhur Umumi Katipliği’nden:
Reis-i Cumhur Atatürk’ün sağlık durumu hakkında tedavi ekibi ve danışman doktorlar tarafından bugün ikinci bir rapor yayımlandı.
Atatürk’ün karaciğer rahatsızlığı 16 Ekim 1938, Pazar günü aniden ağırlaşarak şu belirtileri gösterdi:
a. 14:30 – 22:00 saatleri arasında artan genel zayıflık ve sindirim ile sinirsel semptomlar gözlendi. Bu sırada nabzı dakikada 116, nefes alışı 22 ve vücut ısısı 36.5 dereceydi.
b. 22:00’den sabah 10:00’a kadar semptomlar kısmen hafifledi ve nabız dakikada 104, nefes alışı 20, vücut ısısı 37 dereceye ulaştı.
c. Yapılan muayene ve konsültasyon sonrası uygulanan tedavilerle genel durumda hafif iyileşmeler görülse de, durumun ciddiyeti devam ediyor

17 Ekim 1938

İstanbul 17 (AA) – Riyaset-i Cumhur Umumi Katipliği’nden:
Bu akşam saat 20:00’de yayımlanan rapor, Reis-i Cumhur Atatürk’ün sağlık durumu hakkında yeni bilgiler içermektedir.
Bugünkü durumu, dünküne kıyasla daha iyi. Sinirsel belirtilerde değişiklik yok. Nabız düzenli: 116, nefes alışı 20, vücut ısısı 37 derece.
Tedavi eden doktorlar:
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Mim Kemal Öke, Dr. Nihat Reşat Belger

Danışman doktorlar:
Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Hayrullah Diker, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter, Dr. Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk

18 Ekim 1938

İstanbul 18 (AA) – Riyaset-i Cumhur Umumi Katipliği’nden:
Bu sabah saat 10:00’da verilen rapor, Reis-i Cumhur Atatürk’ün sağlık durumu hakkında bilgileri güncelliyor.
Genel durumunda büyük bir değişiklik yok. Geceyi iyi geçirdi. Nabız 90 – 100 arasında, nefes alışı 18, vücut ısısı 36.4 derece.

10 Kasım 1938

İstanbul, 10 (AA) – Atatürk’ün tedaviye bakan ve danışman tabipleri tarafından verilen rapor suretidir :
Reis-i Cumhur Atatürk’ün genel hallerindeki vahamet dün gece saat 24’te yayımlanan tebliğden sonra her an artarak bugün 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe Büyük Şef’imiz koma içinde terk-i hayat etmişlerdir.

“Atatürk”ün Bedenen Aramızdan Ayrılışı

7 Eylül… Karnından iğneyle su çekilmeye başlandı. 12 litre su birikmişti, neredeyse bir teneke dolusu. Bu işlemden sonra ilk defa derin bir nefes aldı. O günlerde sağlığı ciddi şekilde bozulmuştu. Neticede 46 kiloya kadar düşmüştü.

21 Eylül’de tekrar su alındı; yine 12 litre birikmişti. Artık yatağından kalkamıyor, uyurken bile sayıklıyordu.

14 Ekim’de üçüncü kez suyu aldılar, bu sefer 10.5 litre çıktı. Şiddetli bulantılar hissediyordu. Bulantıyı kesmek için ona küçük buz parçaları yutturuluyordu.

Mustafa Kemal Atatürk'ün Yaşamı Bedenen Sona Eriyor
Özdil, Y. (2019). Mustafa Kemal. Kırmızı Kedi.

“Atatürk”ün Sonu Gelmeyecek Yolu; Arasız Devrimlerin Lideri – Sonuç

Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı, kuşkusuz, Türk milletinin modern tarihinde dönüştürücü bir etki yaratmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı önderlik ederek yorgun bir imparatorluğun küllerinden yeni, laik, modern ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Üstelik hayatı boyunca bilime, eğitime ve sanata büyük önem vermiştir. Bununla birlikte Atatürk, bu alanlarda yapılan reformlarla da ülkenin geleceğine yön vermiştir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi sosyal reformlarla toplumsal cinsiyet eşitliğini güçlendirmiştir. Dil ve tarih alanında yaptığı devrimlerle de milli kimliği pekiştirmiştir. Elbette, sadece sonuç kısmında yazamadığımız nice yenilikleri gerçekleştirmiştir.

Atatürk’ün mirası, sadece Türkiye için değil, dünya sahnesinde de örnek alınacak değerler ve ilkeleler barındırır. Ölümünden sonra bile fikirleri: “Yurtta sulh, cihanda sulh!” gibi evrensel mesajlarıyla barış ve kalkınmanın simgesi olmuştur. Atatürk’ün izlediği yol, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en belirgin kılavuz olmuştur. Kendisi, gelecek nesiller için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Ölümünden yıllar sonra dahi Atatürk’ün düşünceleri ve başarıları, Türk milletinin kalbinde yaşamaktadır. Bu nedenle Atatürk, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da en önemli liderlerinden biri olarak anılmaktadır.

Kaynakça

  1. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi. (2015). FSM İLMÎ ARAŞTIRMALAR – İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi (Vol. 5). Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi.
  1. Tarihçe. (n.d.). Türk Tarih Kurumu. [https://ttk.gov.tr/ttk-tarihce/]
  1. Tarihçe. (n.d.). Türk Dil Kurumu. [https://tdk.gov.tr/tdk/kurumsal/tarihce-2/]
  1. Değerli, E. S. (2008, June 1). Türkiye’nin Balkan Ülkelerine Yakınlaşma Çabaları: Balkan Paktı. [https://dergipark.org.tr/tr/pub/ogusbd/issue/10994/131567]
  1. Geridönmez, O. (2017, April 21). Kadınların Oy Hakkı Mücadelesi. Ekmek ve Gül. [https://ekmekvegul.net/bellek/kadinlarin-oy-hakki-mucadelesi]
  1. Özçelik, Ö., & Tuncer, G. (2007, June). Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları. Doğuş Üniversitesi Makale Veritabanı. [https://kutuphane.dogus.edu.tr/mvt/pdf.php?pdf=0002416]
  1. Milli Savunma Üniversitesi. (n.d.). Atatürk ve Kitap. [https://www.msu.edu.tr/img/DaireBaskanliklari/veritaban%C4%B1/Ataturkun_yazdigi_kitaplar.pdf]
  1. Özdil, Y. (2019). Mustafa Kemal. Kırmızı Kedi.
  1. Kaynak Yayınları (Der.). (2008). Atatürk’ün Bütün Eserleri (Vol. 30). Kaynak Yayınları.
  1. Türk Tarih Kurumu. (1931). Tarih – I. Türk Tarih Kurumu.

Ben Muhammed Berkay Özdemir. Berkay denmesinden yanayım. , 21 yaşındayım, çeşitli sivil toplum örgütlerinde bulunmanın yanı sıra yazdığım yazılar mevcut. Öncesinde Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı ve Türkiye Gençlik Birliği'nde görevde bulundum. İleri Kültür Topluluğu siyaset bilimi külübü başkan yardımcılığı, İleri Kültür Topluluğu siyaset bilimi külübü başkanlığı ve İleri sitesinde yazarlık yaptım, Genç Türkler Hareketi Tarih Yarkurulu'nda başkanlık görevini üstlendim sonra okuduğum bölüm ve araştırmalarım neticesinde Genç Türkler Hareketi Siyaset Bilimi Yarkurulu'nun açılmasını sağladım ve yarkurulun kurucu üyeliğini üstlendim. ve 2. sayısı çıkacak olan e-dergi Demirkapı Dergisi'nde ve Sapiens Medya'da naçizane bilgilerimle Türk milletine bilgilendirmek için çabalıyorum. Bunun yanında yerel bir gazete olan Kuşakkaya gazetesinde yazıyorum. Ve İnkılap Mecmuası'nda başyazarlık yapmaktayım.

Genç bir doğa bilimleri meraklısı olarak türdiriltimi, genetik, biyoteknoloji, zooloji, evrimsel biyoloji ve paleontoloji gibi alanlara ilgi duyuyorum. Pleistosen megafaunası, antik tembel hayvanlar ve paleofaunalar konusunda uzmanlaştım. "Türdiriltimi" teriminin Türkçeye kazandırılmasında ve konuya dair ilk kapsamlı makaleyi yazmakta öncülük ettim. "Türdiriltimi Etik midir?" başlıklı biyoetik makalem, Türkiye’de tıp biyoetiği dışındaki nadir çalışmalardan biridir. 2022'den beri Evrim Ağacı'nda bilim yazarlığı yapıyor, aynı zamanda Sapiens Medya'da editörlük ve bilim iletişimi görevlerini yürütüyorum. İleri düzeyde İngilizce ve İtalyanca biliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir